26 Haziran 2008 Perşembe

Namus(!)

Düştüm mapus damlarına öğüt veren bol olur
Toplasam o öğütleri burdan köye yol olur
Ana baba bacı kardaş dar günümde el olur
Namus belasına kardaş döktüğümüz kan bizim

Hep bir hallı Turhallıyız biz bize benzeriz
Yüz bin kere tövbe eder gene şarap içeriz
At bizim avrat bizim silah bizim şan bizim
Namus belasına kardaş yatarız zindan bizim

Kız gelinim suna boylum varamadan biz bize
Besmeleyle yüzün açıp oturmadan diz dize
Almış kaçırmışlar seni çökertmişler ıssıza
Namus belasına kardaş kıydığımız can bizim

Ağam kurban beyim kurban hallarımı eyledim
Ne bir eksik ne bir fazla hepsi tamam söyledim
Kır kalemi kes cezamı yaşamayı neyledim
Namus belasına kardaş verdiğimiz can bizim

Cem Karaca

--------------------------------------------

Aradım yıllardır seni her yerde
Bir türlü karşıma çıkmadın namus
Nihayet bir yerde rastladım ama
Utançtan yüzüme bakmadın namus

Yaklaşıp yanına dedim nerdesin
Dedin ki yorulma, gelmiyor sesin
Gayretleri boşa gitti herkesin
Kimseyi yanına sokmadın namus

Fazilet dediğin meğer masalmış
Namuslu görünmek kimlere kalmış
Zenginmiş, fakirmiş, halkmış, kralmış
Gördüm ki kimseyi takmadın namus

Hadi yandan
Hadi hadi yandan

Ben senden ne saray, ne ev istedim
Seni sevenleri sen sev istedim
Kıvılcım aradım, alev istedim
Bir tek mumu bile yakmadın namus

Azizken gözümde sudan ekmekten
Yoruldum uslu dur yapma demekten
Yüzyıllardır namussuzluk etmekten
Bir türlü uslanıp bıkmadın namus

Hadi yandan
Hadi hadi yandan

Ümit Yaşar Oğuzcan

20 Haziran 2008 Cuma

Müslüman



Camiye gittim, ama Allah bilir niye:
Ne namaz kılmaya, ne dua etmeye.
Eskiden bir kilim aşırmıştım camiden:
O eskidi gittim yenisini yürütmeye.

Ömer Hayyam

Dalgacı Mahmut

İşim gücüm budur benim,
Gökyüzünü boyarım her sabah,
Hepiniz uykudayken.
Uyanır bakarsınız ki mavi.

Deniz yırtılır kimi zaman,
Bilmezsiniz kim diker;
Ben dikerim.

Dalga geçerim kimi zaman da,
O da benim vazifem;
Bir baş düşünürüm başımda,
Bir mide düşünürüm midemde,
Bir ayak düşünürüm ayağımda,
Ne haltedeceğimi bilemem.

Orhan Veli Kanık

 Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun ?
Utanırım,
Utanırım fıkaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,       
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun ?
Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun ?
Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlu'yu,
Karayılanı,
Meçhul Askeri...
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda...
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa'da kurşun atanı
Minareden, barikattan,
Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,
Duyuyor musun ?
Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.
Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun ?

Ahmed Arif

19 Haziran 2008 Perşembe

İstanbul Hatıralar ve Şehir

"ruhumdaki bu kırılmayı hissediyor, yaklaşan yalnızlığımdan telaşa kapılıyor, içine düşmekte olduğum karanlığın bir hayat tarzı olmasından korkarak herkes gibi olmaya karar veriyordum: on yedi-on sekiz yaşlarımda bir dönem herkesi güldüren, her fırsatta şaka yapan, herkesle arkadaşça, hatta serserice iyi geçinen bir cemaat adamı gibi gözükmeyi başardım... herkesin kafayı fazla takmadan yaptığı şeyleri yapabilmek için niye benim dişimi sıkmam, gayret etmem, sonra da poz yaptığım için kendimden nefret etmem gerekiyordu?"


"Öfkemin, hiddetimin içinde beni kendimin dışına atan başdöndürücü bir hayatiyet hissettim; derinliği bana bile şaşırtıcı gelen bir hırs duyuyor, evden çıkıp sokaklarda koşmak istiyordum. Aynı anda annemle bir kaç dakika daha, tuhaf bir yok etme, isyan etme, acı verme ve acı çekme azmiyle ağız kavgasına tutuşacağımı, daha sonra, en şiddetli sözleri ettikten sonra kapıyı vurup kirli, karanlık gecenin içine çıkıp, arka sokaklara koşacağımı biliyordum."

‘Sevmediğim bir yemek, kötü bir tat, elime batan bir iğne, bebekken kaçmayayım diye kapatıldığım tahta kafesin (nedense park derlerdi) tahtalarını öfkeyle dişlemek…’
‘Napolyon olduğunu sürekli düşlemekten hoşlanan adamla, kendini Napolyon sanan adam arasındaki fark, mutlu hayalci ile mutsuz şizofren arasındaki farktır. ..’
‘Nişantaşı semti adını, on sekizinci yüzyılın sonuyla on dokuzuncu yüzyılın başında reformcu ve Batılılaşmacı padişahların (III. Selim ve II. Mahmut) spor olsun, keyif olsun diye boş tepelere nişanladıkları okların düştüğü, bazen de tüfekle vurdukları boş testilerin kırıldığı yeri işaretlemek için dikilen (üzerinde de olayı anlayan bir iki mısra yazılan) taşlardan alıyordu.’
‘…Batılılaşma çabası, modernleşme isteğinden çok, yıkılan imparatorluktan kalan keder verici, acıklı hatıralarla yüklü eşyalardan kurtulma telaşı gibi gelmiştir bana: Tıpkı birden ölüveren güzel bir sevgilinin yıkıcı anısından kurtulmak için elbiselerinin, takılarının, eşya ve fotoğraflarının telaşla atılması gibi.’
‘…Beni sevimli bulmaları, ne kadar şirin olduğumu hep söylemeleri, beni görünce tatlılıkla gülümsemeleri, beni hediyelerle şımartmaları hoşuma giderdi ama ikide bir öpmelerinden rahatsız olurdum. Nefeslerindeki sigara ya da ağır parfüm kokusu beni iter, yüzlerindeki tüyler, sakallar batardı. Erkeklerin parmaklarının üst kısmındaki, boyunlarındaki tüylerden ve kulaklarından, burunlarının içinden fışkıran kıllardan hoşlanmaz, onların daha kötü, daha bayağı yaratıklar olduğunu düşünürdüm…’
‘Her yağmurdan sonra şehrin bütün meydanlarını sular basmasından bıktık usandık. Bu işi kim halledecekse halletsin artık. (1946)’‘Şerbetçilerin ne tür boya ve meyve ile yaptıkları belediyece bilinmeyen şerbeti artık satamamaları iyi bir karardır. (1927)’‘Askeri yönetimin taksilere taktırdığı yeni taksimetreleri umarız bu sefer hem şoförler, hem yolcular açtırır da, yirmi yıl önceki son taksimetreler zamanında olduğu gibi “ne verirsen ağbi” aklıyla çıkan pazarlıklar, kavgalar, karakolluk olmalar artık şehrimizde yaşanmaz. (1983)’‘Vapurdan veya herhangi bir vasıtadan ilk çıkmak merakının bizde ne kadar ilerlemiş olduğunu bilince, vapur daha Haydarpaşa’ya yanaşmadan atlayanları, ne kadar “ilk çıkan eşek” diye bağırsak da durdurmaya imkan yoktur. (1910)’‘Bütün zevk ve kalp sahibi Frenk sanatkarlarının öğürürcesine iğrendiği “tatlısu” binaları, bilhassa son devirde tıpkı güve güzel bir kumaşı yer gibi İstanbul manzarasını dişleye dişleye kemiriyor. Bu gidişle bütün İstanbul Yüksekkaldırım ve Beyoğlu gibi iğrenç bir bina kümesi olacak ve bunun sebebini yalnız yangınlar, artık fakir olmamız, güçsüzlük değil, biraz da yeniye olan merakımızda aramalı. (1922)’

’29 Mayıs 1453’te olan şey, Batılılar için Constantinople’un Düşüşü, Doğulular içinse İstanbul’un Fethidir. Kısaca “Düşüş” ya da “Fetih”.’


‘1955 yılında İngilizler Kıbrıs’tan çekilir, Yunan hükümeti de adayı bütünüyle devralmaya hazırlanırken Türk gizli servislerinden bir ajan, Selanik’te, Atatürk’ün doğduğu eve bir bomba attı. Bu haber ikinci baskı yaparak olayı büyüten İstanbul gazetelerince bütün şehire duyurulunca gayri müslimlere düşman bir kalabalık Taksim Meydanı’nda birikti ve önce Beyoğlu’nu…, sonra bütün İstanbul’u yağmaladı.
Ortaköy, Balıklı, Samatya, Fener gibi şehrin Rum nüfusunun yüksek olduğu mahallelerinde uyguladıkları şiddetle dehşet uyandıran yağmacı çeteler…Rum-Ermeni kadınların ırzına geçtikleri için, Fatih Sultan Mehmed’in Fetih’ten sonra İstanbul’u yağmalayan askerleri kadar acımasız davrandıkları söylenebilir.’

‘On yaşıma kadar kafamda çok belirgin bir Allah hayali taşıdım: Yüzü belirsiz, aşırı yaşlı, beyaz çarşaflar içinde çok muhterem bir kadın görüntüsüydü bu…’
‘Korktuğum Allah değil, ona çok fazla inananların benim gibilere duyacağı öfkeydi. Zekaları –haşa- aşkla inandıkları Allah’la hiçbir şekilde karşılaştırılamayacak bu aşırı inançlı kişilerin aptallığı, beni korkutan ikinci nedendi.’
‘…İstanbul’un yeterince modern olmadığını, yoksulluk ve sefaletinden kurtulmasının, üzerindeki yenilgi duygusunu atmasının daha çok zaman alacağını umutsuzlukla anlıyor, kendi hayatım ve şehrim konusunda kederleniyordum da denebilir.’
‘…Kendi içine kapanık “Doğulu” , esrarlı, dindar, pitoresk, mistik bir hayal olarak Eyüp o kadar mükemmeldir ki, bana bir başkasının İstanbul’a yakıştırdığı Doğu hayaliymiş, İstanbul’da yaşayan bir çeşit Türk-Doğu-Müslüman Disneyland’iymiş gibi gelir. Şehir surlarının dışında olması, bu yüzden Bizans etkisini ve İstanbul’un taşıdığı kat kat karışıklığı taşımaması mıdır bunun nedeni? Ya da güzel mezarlıklarının, ağaçlarının, evlerinin içiçe geçmesi mi? Yüksek tepeler yüzünden akşamın burada erken gelmesi mi?Ya da burada her şeyin, mimari ölçülerin dini ve mistik bir alçakgönüllülükle küçük tutulması mı Eyüp’ü İstanbul’un büyüklüğünden ve güçlü ve enerjik karmaşasından –kire, pasa, dumana, kırık, çatlak, döküntü ve yıkıntıya ve pisliğe varan gücünden- uzak tutmuştur? Şehre “romantik” Doğu düşleriyle gelen, herkesi tatmin eden yanını Eyüp,İstanbul’un sürekli Batlılılaşan ya da Batılı malzemeyi alıp kendinin kılan ve kendini yenileyen merkezine, bürokrasisine, devlet kurum ve binalarına uzak olmasına borçluydu. Piyer Loti’nin bu bozulmamış hali yüzünden sevdiği, bir ev alıp yerleştiği bu harika Doğu düşü…’

‘…O yıllarda bazan saatler süren bu yürüyüşlerim sırasında bacaklarımın beni götürdüğü yerlere yürürken, şehrin vitrinlerine, lokantalarına, yarı aydınlık kahvelerine, köprülerine, sinema önlerine, ilanlarına, harflerine, pisliğine, çamuruna, kaldırımlardaki karanlık su birikintilerinin üzerine düşen yağmur tanelerine, neon lambalarına, arabaların ışıklarına ve çeteler halinde çöp tenekelerini deviren köpeklere bakar, en ücra mahallenin en dar ve hüzünlü sokağındayken içimden de koşa koşa eve dönmek ve şehrin bu görüntüleri, bu karanlık ruhu, bu karmakarışık, esrarlı ve yorgun halini anlatan birşeyler yazmak gelirdi.’

"dış görünüşü dünyanın en güzel manzaralarını veren istanbul'un bazı mahallelerinin sefaleti, bazılarının pisliği; şehri kulislerine girilmeden salondan seyredilmesi gereken bir tiyatro dekoruna benzetir."*


Orhan Pamuk
(İstanbul Hatıralar ve Şehir)


*Nerval
"Büyürken, yanlışların yerine doğruları koymak istediğinde şunu anımsa: Yapılacak ilk devrim, insanın kendi içinde yapacağıdır, evet ilk ve en önemli devrim budur. İnsan kendi hakkında bir düşünceye sahip değilken bir düşünce uğruna savaşmak, yapılabilecek en tehlikeli şeylerden biridir.

Yolunu yitirdiğini, şaşırdığını hissettiğin zaman ağaçları düşün, onların büyüme biçimini anımsa. Unutma ki yaprağı gür ama kökü zayıf bir ağaç ilk güçlü rüzgarda devrilir, oysa kökü güçlü ve az yapraklı ağaçta can suyu bin bir güçlükle dolaşır. Kökler ve yapraklar aynı ölçüde gelişmelidir, olayların içinde ve üzerinde olmalısın, ancak böyle gölge ve sığınak sunabilir, ancak böyle doğru mevsimde çiçekler ve meyvelerle donanabilirsin.

Ve sonra, önünde pek çok yol açılıp sen hangisini seçeceğini bilemediğin zaman, herhangi birine, öylece girme, otur ve bekle. Dünyaya geldiğin gün nasıl güvenli ve derin derin soluk aldıysan, öyle soluk al, hiçbir şeyin senin dikkatini dağıtmasına izin verme, bekle ve gene bekle. Dur, sessizce dur ve yüreğini dinle. Seninle konuştuğu zaman kalk ve yüreğinin götürdüğü yere git."

Susanna Tamaro


*Yüreğinin Götürdüğü Yere Git
"Gerçekliği bir elinde tuttuğunu söyleyen insan, öteki elinde onu korumak için bir bıçak taşıyordur. Tanrı'yı kendi tarafına çeken, bunu daha sonra seni öldürmek için yapıyordur. Nazilerin kemerlerinde ne yazıyordu hatırla: Got mit Uns, yani Tanrı bizimledir. Katoliklerin, kendileri gibi düşünmeyenleri diri diri yaktıkları büyük ateşleri hatırla. Gerçeklik ve ölüm hep yanyana yürürler."



Susanna Tamaro

*Yüreğimin Sesini Dinle

12 Haziran 2008 Perşembe

Bir Ayrılış Hikayesi


Erkek kadına dedi ki:-Seni seviyorum,ama nasıl,
avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya
çıldırasıya...
Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,ama nasıl,kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,yüzde yüz, yüzde bin beş yüz, yüzde hudutsuz kere yüz...
Kadın erkeğe dedi ki:
-Baktım
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana..
Ve ben artık
biliyorum:Toprağın -
yüzü güneşli bir ana gibi -
en son en güzel çocuğunu emzirdiğini..
Fakat neyleyimsaçlarım dolanmış
ölmekte olan parmaklarına
başımı kurtarmam kabil
değil!
Sen
yürümelisin,
yeni doğan çocuğun gözlerine bakarak..
Sen
yürümelisin,
beni bırakarak... Kadın sustu.Sarıldılar...
Bir kitap düştü yere...
Kapandı bir pencere...
Ayrıldılar...


Nazım Hikmet Ran

7 Haziran 2008 Cumartesi

Doğmamış Çocuğa Mektup

"...Şimdi, yüzümü, saçlarımı, düşüncelerimi sırılsıklam eden bir korkunun içinde kilitliyim. Bu korkunun içinde ne yapacağımı bilemiyorum. Anlamaya çalış: Başkalarından korkmak değil bu... Başkalarına hiç aldırmıyorum. Tanrı korkusu değil. Tanrıya inanmıyorum. Acı korkusu değil. Acıdan korkum yok. Senden korkuyorum, seni hiçyokluktan zorla çekip alan, gövdeme ekleyen rastlantıdan. Seni çok beklediysem de karşılamaya asla hazır olmadım. Ama kendi kendime hep o kötü soruyu sordum: Ya doğmak hoşuna gitmezse? Ya günün birinde haykırıp suçlarsan beni: "Sana kim dedi beni dünyaya getir diye? Neden dünyaya getirdin beni, neden?"
Yaşam öylesine güç bir çaba ki, çocuk. Her gün yeni baştan başlayan bir savaş; mutluluk anları ise acımasız bir bedelle ödenen kısacık ayraçlar..."

...
"Nasıl söküp atabilirim seni?
Yanlışlıkla ya da bir rastlantı sonucu olduysan oldun, bana ne?
Üstünde yaşadığımız dünya da bir rastlantı, belki de bir yanlışlık sonucu oluşmadı mı?"
...
"Ve bu sonuçların arasında bir hücre tomurcuklanmış, o da bir rastlantı ya da bir yanlışlık sonucu ve bu tomurcuk anında milyonlarca, milyarlarca çoğalmış...
Ve çoğalmaya devam etmiş, ağaçlar, balıklar, insanlar oluşana dek...
O hücre yaşamayı ister miydi, istemez miydi diye soran olmuş mu dersin?
Onun açlığını, üşümesini, mutsuzluğunu düşünen olmuş mu dersin?
Hiç sanmıyorum.
Öyle birisi vardıysa bile zamanın ve boşluğun ötesinde başlangıcın başlangıcı diyebileceğimiz bir Tanrı belki, rahatlık rahatsızlık üstüne kafa yormamıştır."
...
"Kadın mı erkek mi olacaksın acaba.Kadın olursan o yumuşak, biçimli gövdenin içinde bir yerde sesini duyurmaya uğraşan bir zekan olduğunu göstermeye çalışacaksın. Yenilgiye uğrasanda cesaretini yitirmemelisin. Savaşmak kazanmaktan çok daha iyi, yolculuk yapmak varmaktan çok daha güzel; bir kez kazandın mı, ya da gideceğin yere vardınmı engin bir boşluktan başka bir şey duymazsın. Erkek doğarsan da aynı ölçüde sevinirim. Çünkü o zaman bir sürü aşağılamadan, ezilmekten, kullanılmaktan kurtulmuş olursun. İlk bakışta kendini kabul ettirmek için güzel bir yüze, zekanı saklamak için biçimli bir gövdeye gereksinme duymayacaksın.Gene de haksızlığın başka türleriyle karşılaşacaksın. Yaşam bir erkek için bile kolay değil."
...
Erkeklerin yaşamı açıklamak için uydurdukları efsanelerde ilk yaratık bir kadın değil: Adem adında bir erkek.
Havva sonradan geliyor, ona zevk vermek ve başına işler açmak için.
Kiliseleri süsleyen resimlerde Tanrı ak sakallı, yaşlı bir adam olarak gösteriliyor, hiç bir zaman ak saçlı bir kadın olarak değil. “
....

Kadın doğarsan yapacak o kadar çok şeyin olacak ki. Bir kere Tanrı varsa eğer ak saçlı bir kadın ya da güzel bir genç kız olabileceği düşüncesini savunmaya çalışacaksın sürekli.
Sonra, Havva ağaçtan elmayı kopardığı gün cennete giren şeyin günah değil de, o eşsiz erdem, itaatsizlik olduğunu anlatmaya
çalışacaksın herkese. “
....

"... Benim için her seyden nemlisi senin bir" kisi "olman."Kisi", harika bir sözcük; çünkü kadin erkek ayrimi yapmiyor...Yüregin, beynin cinsiyeti yok.Davranislarin da yok. Hiç unutma bunu. Ve sen, yüregi ve beyni olan bir kisi olarak yetisirsen, su yada bu biçimde - erkek yada disi olarak-davranman konusunda sana israr edecekler arasinda ben olmayacagim. Ben yalnizca, dogmus olmak mucizesinden sonuna dek yararlanmani, hiç bir zaman korkakliga boyun egmemeni isteyecegim senden. Her an pusuda bekleyen bir hayvandir korkaklik.hepimize bir gün saldirir; kendisini paramparça etmesine izin vermeyen insanlarin sayisi ise çok azdir.Temkinlilik adina,kolaylik, çabukluk adina,kimi zaman bilgelik adina parçalanirlar. Bir tehlikenin tehdidi altinda korkak olan insanlar, tehlike ortadan kalkinca atak olurlar birden. Sen hiç bir zaman tehlikeden kaçinmamalisin, korku seni çekerken bile. Dünyaya gelmek baslibasina bir tehlike zaten. Ilerde, dogmus olmaktan dolayi yerinme tehlikesi."


...............

Ama gene de, en mutsuz anlarımda bile, doğmasaydım üzülürdüm gibi geliyor, çünkü hiçyokluktan daha kötü bir şey yok. “
...

"Sana bir besik satin aldim. Sonra aklima geldi, kimilerine göre çocuk dogmadan besik satin almak, tipki yatagin üstüne çiçek koymak gibi, ugursuzluk getirir. Ama artik bos insanlara aldirmiyorum.Kizilderililerin kullandigi türden bir besik aldim, gerektiginde sirtta tasinabiliyor.Peter Pan gibi alli yesilli, sarili bir sey. Seni sirtladigim gibi her yere götürecegim, herkes bakip bakip gülümseyecek, "su iki çocuga bakin" diyecekler..."

........



"Günün birinde haykırırsan bana, "Neden beni dünyaya getirdin neden?" diye, yanıtım hazır:
"Benden önce milyonlar ve milyonlarca yıl boyunca ağaçların yaptığı, hala da yapmakta oldukların yaptım, doğru bir iş yapıyorum sandım..."


Oriana Fallaci

*Doğmamış Çocuğa Mektup