"...Derken küçük araba, yüksek volümlü bir arabesk müzik konserine dönüşüverdi. Kıvrık kemanlar inliyor, darbuka ve tef yanık Arap kavallarına eşlik ediyor ve insanın sinir uçlarına baskı yapan ısrarcı bir müzik, Profesör'de dinginlik ve huzur namına ne kalmışsa alıp götürüyordu. Dünyada hiçbir normal insanın böyle bir müzikten zevk alamayacağını düşündü; çünkü bu müzik türünde bir uyum aranmıyor, güzel tınılar yerine dinleyenin kulağına tornavida sokar gibi tiz bir sesle avaz avaz bağrılıyordu. Profesör bir müzik sosyologu değildi ama ülkedeki çürümenin en büyük göstergesinin bu müzik olduğuna emindi. Blues, fado, tango, rembetika gibi bir eziliş feryadı değildi bu müzik türü; onlarla arasında içtenlik farkı vardı. Adına arabesk denilen, bu kente göç müziği, yaralı bir adamın haykırışı değil, yaralanmış taklidi yapan bir adamın sahte çığlığıydı. En ünlü arabesk şarkıcılar, kıllı göğüslerini açıkta bırakan ipek gömleklerle geziyor ve pırlantalı Rolex saat takarak, spor Mercedes otomobile biniyor ve "ben ölüyorum, bitiyorum" diye hıçkırıklara gömülmüş şarkılar haykırıyorlardı. Bu müzik, sadece bir müzik olarak değerlendirilemezdi. Bu seste, Ortadoğu'ya özgü bir kaypaklık, bir kandırmaca, bir yalan, güçsüz olanı ezme, güçlünün önünde ise el etek öperek riyakarca eğilme demek olan bir yaşam üslubu vardı."
"Herkes yabancılaşmıştı, yabancılaşıyordu. Toplum kuralları ve çevremizde tahkim edildiğimiz maddi dünya, bizi bu yabancılaşmadan koruyan gardiyanlardı adeta. Yolumuzu şaşırdıkça, alışkanlık denen ılık kaplıca sularının içine gömülüp rahatlıyorduk."
Zülfü Livaneli
('Mutluluk' kitabından)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder