Evim, yerim, yurdum, erkeğim, sevgilim, hayat arkadaşım, ve şimdi de belki en gerçek söylenmiş haliyle "her şeyim"...
Hayatlarımızı birleştirdiğimiz günden beri nasıl da küçüldü tüm çirkinlikler değil mi? Yüreğime huzur, hayatıma anlam getirdin. Hoşgeldin...
Meğer o kadar meşgul imişiz ki; günlük ayrıntılar, koşturmacalarla... O kadar mutsuz edilmişiz ki; küçük hırslarını her köşede yolumuza koyuveren insanlarla... Tüm bu ıvır zıvır doluşmuş önümüze, canımızı, yüreğimizi sıkmış, hayat sanmışız...
Oysa şimdi onlara bakınca, rüzgarda uçuşan yaprakları gibi hepsi, o kadar olağan, o kadar geçici...
Sahiden, sanki sonbaharın ortasındayız, dışarıda deli bir rüzgar var. Kimi ardına almış rüzgarı daha hızlı koşmanın derdinde, kimi bir diğerini uzaklara savurmanın, kimi de ne yapacağını bilememiş savrulmakta. Herkes bu rüzgarı nasıl daha iyi kullanabileceğini, nasıl daha yükseklere uçabileceğini, nasıl "O"ndan "Bu"ndan daha iyi, daha hızlı, daha mutlu olabileceğini ya da öyle olmasa bile nasıl öyle görünebileceğini hesaplamakta.
Biz ise bu hengamede içeri girmeyi akıl etmişiz, ne iyi etmişiz.
Bakıyoruz onlara penceremizden; "Başarı" dediğin diyoruz, rüzgarı kırmak, ardına almak, fırtınalardan medet ummak değilmiş. Meğer asıl başarı rakibini yenmek değil, bir rakibin olmadığını anlamakmış. Başarı dediğin bu fırtınanın kıyametin ortasında kendi dingin dünyanı kurmakmış, alıp kahveni eline, sonbaharda uçuşan yapraklara pencerenden bakmakmış.
O gün; ben bu rüzgarın tam da ortasında heyecanla koşturan insanların ne yaptıklarını anlamaya çalışırken; o sımsıcak ellerini bana uzatıp beni içeri aldığın için çok teşekkür ederim. Gördüm ki; o zaman ellerin çoktan çözmüştü tüm bilmeceyi.
Bir gün önce gelsen erken, bir gün daha beklesen geç olurdu. Hoşgeldin. Rüzgarlardan uzak evini, evimizi çok sevdim. Hoşbuldum...
Hayatlarımızı birleştirdiğimiz günden beri nasıl da küçüldü tüm çirkinlikler değil mi? Yüreğime huzur, hayatıma anlam getirdin. Hoşgeldin...
Meğer o kadar meşgul imişiz ki; günlük ayrıntılar, koşturmacalarla... O kadar mutsuz edilmişiz ki; küçük hırslarını her köşede yolumuza koyuveren insanlarla... Tüm bu ıvır zıvır doluşmuş önümüze, canımızı, yüreğimizi sıkmış, hayat sanmışız...
Oysa şimdi onlara bakınca, rüzgarda uçuşan yaprakları gibi hepsi, o kadar olağan, o kadar geçici...
Sahiden, sanki sonbaharın ortasındayız, dışarıda deli bir rüzgar var. Kimi ardına almış rüzgarı daha hızlı koşmanın derdinde, kimi bir diğerini uzaklara savurmanın, kimi de ne yapacağını bilememiş savrulmakta. Herkes bu rüzgarı nasıl daha iyi kullanabileceğini, nasıl daha yükseklere uçabileceğini, nasıl "O"ndan "Bu"ndan daha iyi, daha hızlı, daha mutlu olabileceğini ya da öyle olmasa bile nasıl öyle görünebileceğini hesaplamakta.
Biz ise bu hengamede içeri girmeyi akıl etmişiz, ne iyi etmişiz.
Bakıyoruz onlara penceremizden; "Başarı" dediğin diyoruz, rüzgarı kırmak, ardına almak, fırtınalardan medet ummak değilmiş. Meğer asıl başarı rakibini yenmek değil, bir rakibin olmadığını anlamakmış. Başarı dediğin bu fırtınanın kıyametin ortasında kendi dingin dünyanı kurmakmış, alıp kahveni eline, sonbaharda uçuşan yapraklara pencerenden bakmakmış.
O gün; ben bu rüzgarın tam da ortasında heyecanla koşturan insanların ne yaptıklarını anlamaya çalışırken; o sımsıcak ellerini bana uzatıp beni içeri aldığın için çok teşekkür ederim. Gördüm ki; o zaman ellerin çoktan çözmüştü tüm bilmeceyi.
Bir gün önce gelsen erken, bir gün daha beklesen geç olurdu. Hoşgeldin. Rüzgarlardan uzak evini, evimizi çok sevdim. Hoşbuldum...