28 Aralık 2008 Pazar

itip beni
balıma dadanan bu çağı sevmedim



Gülten Akın

20 Aralık 2008 Cumartesi

Yazmayalı uzun zaman olmuş. Oysa en büyük sığınağımdı bir zamanlar, sıkıldıkça, sevindikçe, ağladıkça, güldükçe, kalabalıktan kaçıp, bir köşeye saklanıp uzun uzun yazmak... Terkeder oldum herşeyi hızla... Yerine yenileri geliyor, hoş da; biri diğerinin yerini alırken durup düşünmeye vakit olmuyor pek. Sanki hakem "üç" deyince koşmaya başlıyorsun, manzaralı bir yol kimi zaman koştuğun yol, ama hızlı koşmaya o kadar çok odaklanmışsın ki; manzaraya bakamıyorsun, baksan da görebildiğin o eski manzara olmuyor... "Görmek" bunu kesinlikle yitirmek istemezsiniz...


Eskiden daha kolaydı herşey, cennet bir köşedeyse, cehennem diğer köşedeydi. Yapman gereken tek şey: "seçmek" di... Şimdi herşey o kadar karıştı ki; ayıklamak zorundayız... İlk görüşte sizi büyüleyen mekanların, kısa zamanda cehenneme dönüşebileceğini biliyorum artık...


Ama yinede daha güzel bir şey biliyorum ki; cennet benim kontrolüm dışında, istediği zaman hayatıma girip çıkan bir şey değil. Burada! Benim avucumda!..


Tıpkı diğer avucumdaki cehennem gibi...

17 Aralık 2008 Çarşamba

Ağıtla başlarız yaşamaya
Konuşmadan önce sövmeyi biliriz
Yarısı alkışsa sözlüğümüzün
Gerisi ilenç
Bizim kadar çabuk hangi desti dolar
Akar hangi böğet
En gergin tel biziz
Amma
Kaç Eyüp şaşkına döner sabrımızdan
Dağları tutmuşuz boylarımızla
Ayakta bir halkız
Kentlerde simgemiz kondularımız
Bin duran uygarlık eskittik
"Göçtür göç" ü vuran davulumuz
Eskimemiştir.


Kente son kapıdan giriyoruz
Hava dingin değil, bastırılmış
Dul bir kadın sessizliğinde
Kavgadan iz yok
Düşman bildiğimiz düşman değil
Aman bu nasıl barış
Barışın böylesi görülmemiş
El işte, ağız yoklukta dalaşta
Kim açmış bunca okulu
Kim basmış bunca kitabı
Herkes ama herkes
Gözleriyle tükürmesini öğrenmiş

Kurtuluştan önce sardırın yokuşa
Bir yanınız Bülbülderesi
Altınız Bağlar Caddesi
Sürün, dizleriniz iyice kesilsin
Aman dediğiniz yerde düze vardınız
Sağda sıra sıra apartmanlar
Solda, İncesu'yla Esat arası
Derede tepede kondularımız
Çorum'dan, Sivas'tan, Kastamonu'dan
Yozgat'tan, Ankara dolaylarından
Öteki kentlerden köylerden
Bir bir, sonraları onar on beşer
Geldik
Geldik Seyranı kurduk.


Toprağa bağlıyız
Toprağa bağlıydık ama değildik onun kölesi
Efendisi de değildik.
Bitmeyen bir pazar kurduk
"Yazın başı pişenin
Kışın aşı pişer" diyerek
Aldık-verdik, alışverişe oturduk
Denge bozuluncaya dek
Ve denge bozuldu bir gün
Çekirgeyi hayladılar yazıya
Ot kalmadı koyununan kuzuya
Şeytan dakneşti işimize
Veriyoruz yine azalsa da
Alıyoruz yine
Ama bizde bir şeyler çoğalıyor
Dipsiz kuyulara dönüyoruz, masal devlerine
Ne versen aç, ne giydirsen çıplak


Öğütüyor değirmenlerimiz: Gerek gerek gerek
Motor gerek okul gerek su gerek
Radyo gerek asfalt gerek cam gerek
Beylerimiz kadar güç gerek
Ne bir eğsik, ne bir artık
Tabancalar alıyoruz
Kimin için? Bunu bilmediğimizden
Birbirimizi vuruyoruz
Damlara düşüyor, damlardan çıkıyor
Askere gidiyor, dönüyoruz
Gurbete gidiyor dönüyoruz
Gurbete gidiyor dönüyoruz
Gurbete gidiyor dönüyoruz
Sonra dönmüyoruz bir gün
Kondularımızı kuruyoruz.



Gülten Akın

4 Aralık 2008 Perşembe

...Kadınlar,
Bir dokunuşta insanı ihya edebilir,
Ya da dokundukları herşeyi öldürebilirler
Ben ölüyorum...

Charles Bukowski

3 Aralık 2008 Çarşamba




...Ben seni de hiç sevmedim adem
Doğruyu duymak istiyorsun madem
Alt tarafı bir elma yedik beraber
Zehir-i zıkkım oldu bize bal badem...



Sezen Aksu

2 Aralık 2008 Salı

çok fazla
çok az
ya da çok geç

çok şişman
çok zayıf
ya da çok kötü

kahkaha
ya da gözyaşı
ya da kusursuz
kayıtsızlık

nefret edenler
sevenler

ellerindeki şarap şişelerini sallayarak
önlerine çıkanları süngüleyip
kadınların ırzına geçen ordular

ya da ucuz bir pansiyon odasında
Marilyn Monroe'nun fotoğrafıyla yaşayan bir ihtiyar

o denli büyük ki dünyadaki yalnızlık
onu saatin kollarının ağır hareketlerinde
bile görebilirsiniz.

o denli büyük ki dünyadaki yalnızlık
onu Vegas'ta, Baltimore'da ya da Münih'te
yanıp sönen neon ışıklarında görebilirsiniz.

insanlar yorgun,
hayat tarafından cezalandırılmış,
ya sevgiyle ya da sevgisizlikle
sakatlanmış.

yeni hükümetlere ihtiyacımız yok
yeni devrimlere ihtiyacımız yok
yeni kadınlara ihtiyacımız yok
yeni yollara ihtiyacımız yok
şevkate ihtiyacımız var.

müşfik davranmıyoruz
birbirimize.
müşfik davranmıyoruz.

korkuyoruz.
nefretin gücü simgelediğini
sanıyoruz.
cezalandırmanın
sevgi olduğunu.

daha az sahte bir eğitim bize gereken
daha az kural
daha az polis
ve daha iyi öğretmenler.

bir odada
bir başına acı çeken
öpülmemiş
dokunulmamış
bir başına bitki sulayan
olsa da çalmayacak
bir telefondan yoksun
insanın dehşetini unutuyoruz.

müşfik davranmıyoruz birbirimize
müşfik davranmıyoruz birbirimize
müşfik davranmıyoruz birbirimize

boncuklar sallanır, bulutlar örter
köpekler gül bahçesine işer
bir çocuğun kafasını koparır cani
dondurma külahından bir ısırık alır gibi
okyanus bir gelip
bir giderken
anlamsız bir ayın esaretinde.

müşfik davranmıyor insanlar birbirine.


Charles Bukowski

25 Kasım 2008 Salı

yaşamak görevdir yangın yerinde
yaşamak insan kalarak..




Metin Altıok

Sivas Katliamı. Madımak Oteli. 1993...
---------------------------------------------------------------------------------------------------












Bedenim üşür, yüreğim sızlar.
Ah kavaklar, kavaklar...

Beni hoyrat bir makasla
Eski bir fotoğraftan oydular.

Orda kaldı yanağımın yarısı,
Kendini boşlukla tamamlar.

Omuzumda bir kesik el,
Ki durmadan kanar.

Ah kavaklar, kavaklar...
Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar.






-------------------------------------------------------------------------------------------------------------





Durmadan avuçlarım terliyor,
İnildiyor ardımdan
Girdiğim çıktığım kapılar.
Trenim gecikmeli, yüreğim bungun,
Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.


Dolanıp duruyorum ortalıkta.
Kedim hımbıl, yaprak döküyor çiçeğim,
Rakım bir türlü beyazlaşmıyor.
Anahtarım güç dönüyor kilidinde,
Nemli aldığım sigaralar.
Ne zaman bir dosta gitsem
Evde yoklar.

Kimi zaman çocuğum,
Bir müzik kutusu başucumda
Ve ayımın gözleri saydam.
Kimi zaman gardayım
Yanımda bavulum, yılgın ve ihtiyar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.

Bekliyorum bir kapının önünde,
Cebimde yazılmamış bir mektupla.
Bana karşı ben vardım
Çaldığım kapıların ardında,
Ben açtım, ben girdim
Selamlaştık ilk defa.


-----------------------------------------------------------------------------------------------------------

Benim bu dünyada bir yerim olmadı,
Kuytu gövdemi saymazsak eğer.
Gövdem ki varla yok arası,
Hem varlığa, hem yokluğa değer.
Ama yüreğim hiç solmadı.

Bir gül koklayayım izin verin de.

Ben yaşama da, ölüme de inandım;
Tamamlarlar sanırdım eksiklerimi.
Çarşıları hep birlikte gezerdik;
Biri dostumsa, sevgilimdi öteki.
İkisinin adını yanyana andım.

Bir soluk alayım izin verin de



Metin Altıok

19 Kasım 2008 Çarşamba

"...Semer seçilirken eşeğin fikri değil; ölçüsü alınır..."



*Üçüncü Harname
...Şimdi sen tam çağındasın yanına varılacak
Önünde durulacak tam elinden tutulacak
Hangi bir elinden güzelim hangi bir
Bir elinde kızlığın duruyor garip huysuz
Öbür elinde yetişkin bir günışığı
Daha öbür elinde kilometrelerce hürlük...


Cemal Süreya
Giderayak işlerim var bitirilecek,
giderayak.
Ceylanı kurtardım avcının elinden
ama daha baygın yatar ayılamadı.
Kopardım portakalı dalından
ama kabuğu soyulamadı.
Oldum yıldızlarla haşır neşir
ama sayısı bir tamam sayılamadı.
Kuyudan çektim suyu
ama bardaklara konulamadı.
Güller dizildi tepsiye
ama taştan fincan oyulamadı.
Sevdalara doyulamadı.
Giderayak işlerim var bitirilecek,
giderayak.

Haziran 1959


Nazım Hikmet Ran
...Kendimizden bir adadayız,
Dört yanımız başkalarından...


Özdemir Asaf

15 Kasım 2008 Cumartesi

Dogmalarla Savaşan Bir Lideri Dogma Haline Sokmak

Yıllar önce işsiz bir gencin protesto haberi çıkmıştı gazetede…
Şehir meydanındaki Atatürk heykelini rehin almıştı.
Silahı heykelin beynine dayamış, “Gelirseniz sıkarım” diye bağırıyordu.
Önce ne yapacaklarını bilemeyen polisler, genci teslim olmaya ikna etmişlerdi. Ertesi günkü gazetede işsiz gencin heykel önüne çiçek koyarak Atatürk’ten af dilediği duyuruluyordu.
* * *
Unutamadığım bir başka sahne de şu:
Bir sendika lideri, “Hükümet haklarımızı vermezse ne yapacağımızı biliyoruz” diyor.
Genel grev çağrısı yapacak sanıyorsunuz.
Ama hayır!
“Atatürk’e gidip Hükümet’i şikayet edeceklerini” söylüyor.
* * *
Anıtkabir’e gitmek, bir ulusun liderine duyduğu nihayetsiz saygının, sevginin göstergesi elbet…
Ama gidip “Çaresiziz Atam, kalk, yetiş” diye gözyaşı dökmek…
Kabri türbeye çevirmek, bu ziyarete uhrevi bir işlev atfetmek, ziyaret defterini şikayet defterine çevirmek?
Atatürk’ün iftihar edeceği bir toplum görüntüsü mü?
* * *
Mustafa Kemal, Samsun’da öğretmenlere “Dünyada uygarlık için, hayat için, başarı için, en gerçek yol göstericinin, bilim olduğunu, onun dışında yol gösterici aramanın cehalet sayılacağını” söylediğinde tarih 1924’tü.
1930’larda bu görüşünü daha da netleştiren şu çıkışı yaptı:
“Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır.”
Ve nihayet son Meclis konuşması:
“Bizim ilkelerimiz, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla bir tutulmamalıdır.”
* * *
Hayata böyle bakan bir lider için, diyelim her yıl akademik araştırma ödülleri vermek vs. yerine ne yapıyoruz? “Gökten” bir dağın üstüne çehresine benzer bir gölgenin düştüğü yerde anma etkinlikleri düzenliyoruz.
Manevi vasiyetinde “Ben size kalıplaşmış hiç bir kural bırakmıyorum” diyen bir liderin ülkesinde kimi gençlerin “Tek kaynak Nutuk’tur. Başka bir şey okumak ihanettir” noktasına gelmiş olması hazin değil mi?
En devrimci fikirlerini sansürleyerek Atatürk’ü muğlaklaştıranların, herkesin onu kendi işine geldiği gibi yorumlamasına ve kafaların hepten bulanmasına yol açması affedilebilir mi?
* * *
Kaçak inşaatını yıkmaya gelen dozerlerin önüne Atatürk resmiyle dikilen gecekondu ağası…
Atatürk’ü koruma adına hükümeti devirip kürsüde Atatürk ilkelerini Kur’an ayetleriyle açıklamaya çalışan darbeci…
Hala bir kütüphanesi, müzesi olmayan, tüm eserleri hala yayınlanamayan, bir türlü filmi yapılamayan, evleri, eserleri bakımsızlığa terk olunan lideri heykel dikerek yaşattığını sanan siyasetçi…
Bilimsel eser vereceğine rozet dağıtan akademisyen… Çocuklara onun dogmalara karşı mücadelesini anlatacağına, “Onu sevmek ibadettir” gibi sözleri ezberleterek onu dogma haline getiren öğretmen…
İşçileri örgütleyemeyince Atatürk’e giderek itibar arayan sendikacı…
Onu sahiplenmeyi İnternet’teki “Yüzyılın lideri” anketinde oy vermekten ibaret sanan gençler…
Hepsi, hepimiz onun “ilim ve akıl” için verdiği mücadeleyi ve orada nasıl “yalnızlaştırıldığını” yeniden düşünmeliyiz.
Laikliği Türkiye’ye kazandırmış lidere yaklaşımımızı laikleştirmenin tam zamanıdır.



Can Dündar


--------------------------------------------------------------------------------------



Geçen gün Turgut Özakman’ı televizyonda bizim Mustafa filminden sahneler üzerinde yorum yaparken görünce çok üzülmüştüm.
Çünkü filmi izlemediğini biliyordum.
Ankara galasına bizzat davet ettiğim halde gelememişti. Sonradan karşılaştığımda da “Gelemedim, ama en kısa zamanda izleyip seni arayacağım, fikrimi söyleyeceğim” demişti.
Araya zaman girdi. Filmle ilgili asılsız eleştiriler aldı yürüdü. Filmde olmayan sahneler bile bu İnternet-medya kampanyasında suçlama için kullanıldı.
Sonunda Mehmet Ali Birand 32. Gün’de, “Mustafa” tartışması için Turgut Özakman’la beni davet edince, dün kapısını çaldım, “Hocam gelin şu filmi birlikte izleyelim” dedim.
“Memnuniyetle” kabul etti ve beni evine buyur etti.
Kitaplar, anılar, yorumlar arasında unutulmaz 4 saat geçirdik birlikte…
* * *
Özakman, annemin Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nden çalışma arkadaşıdır.
Bir kez daha yazmıştım, annem sigara içmeye onun yanında alışmış; yıllarca da tiryaki olarak kalmıştı. O yüzden “Şu Çılgın Türkler”den önce de bizim evde hep “kulakları çınlatılan”, saydığımız bir aile büyüğü gibidir.
Ankara Or-an sitesindeki evinde bu sıcaklıkla karşıladı beni…
Eleştirilerin hepsini okumuştu. Hatta biraz da şaşırmıştı.
Kuşkuluydu.
“Seyredeceğim. Beğenirsem söylerim, beğenmezsem de söylerim, haberin olsun” dedi.
Zaten aksi düşünülebilir miydi?
* * *
Birlikte izlemeye koyulduk.
İzledikçe gözlerine inanamadı.
“Böylesine acımasızca yerden yere vurulan, hakkında kampanyalar açılan film bu mu”ydu?
“Ne vardı ki bunda?”
“Hayret…hayret…hayret…” diye tepkisini gösterdi Turgut Hoca…
Bu kampanyanın nasıl açıldığına inanamadığını söyledi.
Önündeki İnternet mesajlarında suçlanan sahneler, filmde yoktu bile…
İzlerken sorular sordu, notlar aldı.
Eleştirileri, katılmadığı noktalar yok muydu?
Vardı; hem de pek çoktu.
Ama bunun iyi niyetli ve titiz bir çalışma olduğunu, bir “ilk film” olmasından kaynaklanan kimi beklentileri karşılayamamasının doğal sayılacağını, bazı küçük düzeltmeler yapılsa çok daha amacına uygun bir film haline gelebileceğini söyledi.
Bazı şeylerin söylenmesini “erken” ya da “zamansız” buluyordu. Bazı bilgilerin şu ortamda Atatürk’e zarar vermesinden korkuyordu. Ama film aleyhine karalama kampanyası yürütenlere, “Bu filme gitmeyin” diyenlere kesinlikle hak vermiyordu.
* * *
Bunları, dün akşamüzeri banda kaydedilen, bu akşam yayınlanacak “32. Gün” programında da söyledi:
Bütün eleştirilerini, maddi hata saydığı yerleri, yanlış anlaşılmasından endişelendiği sahneleri, kendi deyimiyle “bir hoca gibi, bir baba gibi”, müşfik bir yaklaşımla birer birer, madde madde sıraladı. Düzeltilmesini istedi.
Cevaplarımı sabırla, anlayışla dinledi.
Ama sonunda “filme haksızlık edildiğini” söyledi; büyük emek ürünü olduğunu teslim etti.
“Dediğim noktaları mutlaka düzelt. Ben de eşimi alıp sinemada da izlemeye gideceğim” diyerek beni uğurladı.
Torunu da filme gitmemiş, ama filmde Atatürk’ün sigara tiryakisi gibi gösterildiği duymuş, üzüntüsünü dedesine söylemişti.
“Seni görse sana da söyleyecekti” dedi Turgut Hoca…
“Ben de onu görsem, dedesinin anneme kötü örnek olduğunu söylerdim” dedim; bir kahkaha attı.
“Film, Atatürk’ü sigara içerken gösteriyor” diye bana dava açanların, evlerde sigara içki içerek çocuklarına kötü örnek olan ana babalara da dava açması gerekmiyor muydu?
Filmi eleştirmek için program yapanların, makale yazanların, söz söyleyenlerin, “meslek etiği gereği” önce eleştirdikleri filmi görmeleri gerekmiyor muydu?
Özakman’ın evinden ayrılırken hem yarım yüzyılın imbiğinden süzülmüş bir birikimden yararlanmanın gururunu taşıyordum, hem de (nihayet) filme ilişkin derli toplu, akademik bir değerlendirme dinlemiş olmanın keyfini…
Aklımda, giderayak şefkatle kulağıma fısıldadığı şu söz kaldı en çok:
“Sabır… ya sabır!”

Can Dündar

14 Kasım 2008 Cuma

Hayatın içine doğru yürüdüğünde büyük bir uçurumun başına geleceksin. Atla! Sandığın kadar geniş değildir.


Çocukluktan yetişkinliğe adım atan gence öğüt,
Zuni Kabilesi




*Kızılderili Hikmetleri Kitabından
Mi Taku Oyasin (Hepimiz Akrabayız)
Ayşe Göktürk Tunceroğlu

11 Kasım 2008 Salı

everybody knows that the dice are loaded
everybody rolls with their fingers crossed
everybody knows that the war is over
everybody knows the good guys lost
everybody knows the fight was fixed
the poor stay poor, the rich get rich
that's how it goes
everybody knows

everybody knows that the boat is leaking
everybody knows that the captain lied
everybody got this broken feeling
like their father or their dog just died

everybody talking to their pockets
everybody wants a box of chocolates
and a long stem rose
everybody knows

everybody knows that you love me baby
everybody knows that you really do
everybody knows that you've been faithful
ah give or take a night or two
everybody knows you've been discreet
but there were so many people you just had to meet
without your clothes
and everybody knows

everybody knows, everybody knows
that's how it goes
everybody knows

and everybody knows that it's now or never
everybody knows that it's me or you
and everybody knows that you live forever
ah when you've done a line or two
everybody knows the deal is rotten
old black joe's still pickin' cotton
for your ribbons and bows
and everybody knows

and everybody knows that the plague is coming
everybody knows that it's moving fast
everybody knows that the naked man and woman
are just a shining artifact of the past
everybody knows the scene is dead
but there's gonna be a meter on your bed
that will disclose
what everybody knows

and everybody knows that you're in trouble
everybody knows what you've been through
from the bloody cross on top of calvary
to the beach of malibu
everybody knows it's coming apart
take one last look at this sacred heart
before it blows
and everybody knows

everybody knows, everybody knows
that's how it goes
everybody knows


Leonard Cohen

9 Kasım 2008 Pazar

Hayat bayram olsa yada yarın hiç olmasa
Gözlerini açsan penceremden baksan
Güneş yüzüne doğsa
Olmuyor istediğimiz gibi olmuyor
Genellikler içindeyiz öznellik görünmüyor
Sözün dilim olsa yada neden hiç olmasa
Ellerimi açsam gözlerimden baksan
Yoluna güneş doğsa
Olmuyor istediğimiz gibi olmuyor
Genellikler içindeyiz öznellik görünmüyor


Murat Çelik


Düş Sokağı Sakinleri

Suzanne takes you down to her place near the river
You can hear the boats go by
You can spend the night beside her
And you know that she's half crazy
But that's why you want to be there
And she feeds you tea and oranges
That come all the way from China
And just when you mean to tell her
That you have no love to give her
Then she gets you on her wavelength
And she lets the river answer
That you've always been her lover
And you want to travel with herAnd you want to travel blind
And you know that she will trust you
For you've touched her perfect body with your mind.


Leonard Cohen

8 Kasım 2008 Cumartesi

Demişler ki, haram nedir bilmez hayyam.
Ben haram ile helalı karıştırmam.
Dost ile içilen 'şarap' helaldir,
'Puşt' ile içilen su bile haram...


Ömer Hayyam

7 Kasım 2008 Cuma

Berfinim,
içimin güler yüzü,
yaşanılası iklimim hoşgeldin.

(adımın çapraz yazılması kimin
umrunda...
denize düşen yılana öykünür
biraz da...)

bir aralık sızıverdin işte
ömrümüzün en gevrek zamanı...
çıt diyor kırılıyoruz,
öfke kadar saydamız o zamanlar
ve kırılgan
bıçak kadar!

kızım demeyi öğrettiğin için
o tanrısal kokun
ve gülüşündeki baban için

ki hala zilleri çalıp kaçmak istiyorduk
yarım yamalak aşk kırıntıları
tabakta bırakılmış, yazık atılacak bir sevda
haritası,
hatta el değmemiş delilikler istiyorduk...
çocuktuk daha
büyümeye direniyorduk,
iş toplantılarında lolipop zamanlar düşlüyorduk

ama sızıverdin işte...
bir avuç yeşil gevrek rokaydık,
mayışmamıza bir limon yetecekti...
biz garsonu bekliyorduk,
sen çıkageldin...

hoşgeldin berfinim...
kızım kızgınlığım...
bilmiyorduk daha,

objektiflerin objektif olmadığını,
ikimize yeter sanıyorduk ikimizin toplamı,
meğer doyurmak çok zormuş
içimizdeki hayvanı...

habersiz geldin, kusura bakma
ortalık biraz dağınıktı...
şimdi hemen toparlarız sanıyorduk,
olmamıştık daha...

işin zor kızım,
hem büyüyecek
hem bizi büyüteceksin...
baban mı var, derdin var kızım...

hoşgeldin kızım,
içimin gülen yüzü, hoşgeldin...


Yılmaz Erdoğan
kokladığın gülün kokusu kalmış sende
bıraktığın denizin tuzu
geçtiğin iklimlerin masalı sinmiş üstüne
kuzeydeki pencere açık
göçebe bin bir gece

sözcükler sökülmüş bir anıyı
ne kadar tamamlayabilirse
bir andır eski defterlerin
güneşinden vurur yüzüne
yazsam olmaz dersin
kimi zaman sırf bunun için
yazmaya değerse de
kuzeydeki pencereyi açarken
yere düşen defterden görünür:
eksik kule, yırtık nehir
sımsıkı kapatmış olsak da
bizi ürperten anıları hayatımızın
eski defter ya da kuzeydeki pencere


Murathan Mungan
Bir gün baksam ki gelmişsin...
Bir güvercin gibi yorgun uzaklardan yar.
Gözlerinde bir bitmez, bir tükenmez güzellik
Saçlarında ilkbahar...

Bir gün baksam ki gelmişsin...
Gülüşünde taze serin bir rüzgar
Ellerin yine eskisi kadar güzel
Çiçek açmış dokunduğun bütün kapılar...

Bir gün baksam ki gelmişsin...
Hasretin içimde sonsuzluk kadar.
Şaşırmış kalmışım birdenbire çaresiz.
Dökülmüş yüreğime gökyüzünden yıldızlar.

Bir gün baksam ki gelmişsin...
Ne yüzünde bir gölge, ne dilinde sitem var.
Tozlu pabuçlarını gözlerime sürmüşüm
Benim olmuş dünyalar...


Yavuz Bülent Bakiler
Seni elinden tutmuştum --- yaz geçiyordu
Yaz geçiyordu, biz geçiyorduk
Yazı elinden tutmuştuk

Birazdan geleceksin, bakışacağız
Bakışacağız, hem var hem yok gibi
Hem var hem yok gibi öpüşeceğiz

Aramızda söylenmemiş sözlerin uzaklığı
Aramızda yaşanmamış şeylerin uzaklığı
Yakın ayrılıkların sezgisi tenimizde

Hayat geçiyor biz geçiyorduk
Bir denizin üzgün kıyısında
Güz bir hastalık gibi ilerliyordu

Olgun ışığıyla güz
Ve biz yaklaşan ayrılıkların önünde
Kış duygularına bürünmüşüz

Dışardan ağlayışı geliyor çocuğumuzun


Ataol Behramoğlu
Bir menekşe duyuyorum ellerimsiz
O kadar güzel ki, Amerika bile güzel
Sen bile güzelsin bensizce
Atomlar bile güzel
Moleküller bile
Toplanıp ayak oluyorlar bende
Ağız oluyorlar biraz
Diş oluyorlar keskince
İki göz parlakça
On tırnak sivrice.

Bir menekşe duyuyorum ellerimle
Bir molekül duyuyorum
Bir atom
Korkunç
Birleşip ayak olmuyorlar bende
Ağız, diş, tırnak
Göz olmuyorlar
Hep birden,
Hep birden bir şey oluyoruz işte

Ağzı, burnu, elleri, kolları
O korkunç güzelliğe karşı.

Edip Cansever

19 Ekim 2008 Pazar

Hello darkness, my old friend,
Ive come to talk with you again,
Because a vision softly creeping,
Left its seeds while I was sleeping,
And the vision that was planted in my brain
Still remains
Within the sound of silence.

In restless dreams I walked alone
Narrow streets of cobblestone,
neath the halo of a street lamp,
I turned my collar to the cold and damp
When my eyes were stabbed by the flash of
A neon light
That split the night
And touched the sound of silence.

And in the naked light I saw
Ten thousand people, maybe more.
People talking without speaking,
People hearing without listening,
People writing songs that voices never share
And no one deared
Disturb the sound of silence.

Fools said i,you do not know
Silence like a cancer grows.
Hear my words that I might teach you,
Take my arms that I might reach you.
But my words like silent raindrops fell,
And echoed
In the wells of silence

And the people bowed and prayed
To the neon God they made.
And the sign flashed out its warning,
In the words that it was forming.
And the signs said, the words of the prophets
Are written on the subway walls
And tenement halls.
And whisperd in the sounds of silence.

Simon & Garfunkel

16 Ekim 2008 Perşembe

Acı çekeceğiz elbet. Ama önemli olan "yine de mutluyum." demek değil mi Kemal?


Orhan Pamuk

Masumiyet Müzesi' nden

10 Ekim 2008 Cuma

Bir kadın çocuktur aslında..
Çocuk gibi davranmayı sever.
Erkeğin kendisine bir çocuğa gösterdiği şefkati göstermesini de
ister.
Bir çocuğu okşar gibi incitmekten korkarak okşamalıdır erkek
kadını Ama her kadın çocukça da olsa dinlenilmesini, dikkate alınmasını
ister.
Yani bir kadının çocukluk yapmasına izin vereceksiniz,
ama asla onu bir çocuk olarak görmeyeceksiniz.

Bir kadın güçlüdür aslında.
Hatta erkeklerden çok daha güçlüdür.
Ama bu gücünü her zaman ortaya koymasını sevmez.
İster ki erkeğin gücü kendisine huzur versin.
Kendi kendine yapabileceği şeyleri bile erkeğin yapmasını bekler.
Böylece hem daha kadın
olduğunu hissedecektir hem de erkeğinin ne
kadar güçlü olduğunu görecektir.
Ancak kadın gücünü göstermek istediğinde onu engelleyemezsiniz.
Yapmak istediği bir şey varsa mutlaka yapar.

Bir kadın sevgilidir aslında.
İçinde her zaman sevgiyi taşır.
Sevdiklerinden kolay kolay ayrılamaz. Sevdiklerini kolay kolay
kıramaz.
Zor sever ama tam sever.
Bir kadının tam anlamıyla sevebilmesi için yüreğinin kabul
ettiğini beyninin de kabul etmesi gerekir.
Ve sevmezse de onu asla sevmeye zorlayamazsınız
Belki kolayca yüreğine girebilirsiniz.
Ancak beyninde yer etmemişseniz her an terk edilebilirsiniz. >
Sevmediği halde terk etmeyen kadınlar da var elbette.
Bunun nedeni ise engelleyemedikleri "acımak" duygusudur. > >
Bir kadın yalnızdır aslında.
Hiçbir zaman kadını
bütünüyle elde edemezsiniz.
Kendisine ait bir dünyası vardır ve orada hep yalnızdır
O dünyaya kimsenin girmesine izin vermez.
Hiçbir anahtar o dünyanın kapısını açamaz.
Yalnızlık onun sığınağıdır
O sığınağa ne zaman gireceğine, ne kadar kalacağına hep kendisi
karar verir.
Sığınaktayken oradan çıkmaya zorlarsanız onu sonsuza dek
kaybedebilirsiniz.

Bir kadın bilgindir aslında.
Neler yapabileceğini erkek akli hayal bile edemez.
Yaratıcılığının sınırı yoktur
Ama bunu ortaya çıkartmak için hayatinin erkeğini bekler. >
Hoyratça harcamaz yaratıcılığını sadece erkeğine saklar.
Bir kadının gerçek erkeği olmayı başarabilmişseniz çok
şanslısınız demektir.
Çünkü yaşamınız asla sıradan olmayacaktır.

Bir kadın hayattır aslında.
Çünkü hayatin içinde olan her şey
ancak kadınlar olduğunda anlam
kazanıyor.
Yemek yemek, su içmek bile.
Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi kendinize bardağı
doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyor musunuz?

Anlıyorsanız ne mutlu size. Anlamıyorsanız, ne yazık ki
yasamıyorsunuz.


Can Dündar

8 Ekim 2008 Çarşamba


Anası bir oğlancık doğurdu bana;
kaşsız, sarı bir oğlan,
masmavi kundağında yatan
bir nur topu, üç kilo ağırlığında.

Benim oğlan
dünyaya geldiği zaman,
çocuklar doğdu Korede,
sarı ay çiçeğine benziyorlardı.
Makartır kesti onları,
gittiler ana sütüne bile doymadan
Benim oğlan
dünyaya geldiği zaman,
çocuklar doğdu Yunan zindanlarında,
babaları kurşuna dizilmiş.
Bu dünyada ilk görülecek şey diye
demir parmaklığı gördüler.

Benim oğlan
dünyaya geldiği zaman
çocuklar doğdu Anadoluda,
mavi gözlü, kara gözlü, elâ gözlü bebeklerdi.
Bitlendiler doğar doğmaz
kim bilir kaçı sağ kalır mucize kabilinden.
Benim oğlan
benim yaşıma bastığı zaman,
ben bu dünyada olmıyacağım,
ama harikulâde bir beşik olacak dünya,
siyah,
beyaz,
sarı
bütün çocukları
sallıyan
mavi atlas döşekli bir beşik.

Nazım Hikmet Ran

6 Ekim 2008 Pazartesi

...Yalnız aşkı vardır aşkı olanın
Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan.
Sen yüzüne sürgün olduğum kadın,
Kardeşim olan gözlerini unutamadım
Çocuğum olan alnını, sevgilim olan ağzını,
Dostum olan ellerini unutamadım...


Cemal Süreya

4 Ekim 2008 Cumartesi

Yeryüzü padişahların, kralların olsun.
Cehhennem kötü insanın olsun, Cennet iyi insanın...

Tanrıya toz kondurmamak meleğin işi olsun,
Temizlik, Cennet kapıcısının işi...

Kim, ne olursa olsun,
Sevgili bizim olsun tek,
Canı, Canımız olsun...

Ömer Hayyam

18 Eylül 2008 Perşembe

...Seni usulca öpmüştüm ilk öptüğümde
Vapurdaydık vapur kıyıdan gidiyordu
Üç kulaç öteden İstanbul gidiyordu
Uzanmış seni usulca öpmüştüm
Hemen yanımızdan balıklar gidiyordu...

Cemal Süreya

11 Eylül 2008 Perşembe

"Sibel az önce önümüzden geçen iki güzel arkadaşıyla kucaklaştı. Kızlar az önce yaktıkları uzun filtreli sigaralarını dikkatle tutarak ve birbirlerinin makyajını, saçlarını ve elbiselerini bozmamaya abartılı bir gayret göstererek rujdan kıpkırmızı ve pırıl pırıl dudaklarını hiçbir yere değdirmeden öpüştüler ve birbirlerinin kıyafetlerine bakıp gerdanlık ve bileziklerini birbirlerine göstererek gülüştüler.

' Her akıllı insan hayatın güzel bir şey olduğunu, amacının da mutlu olmak olduğunu bilir, ' dedi babam üç güzel kızı seyrederken. ' Ama sonra yalnızca aptallar mutlu olur. Nasıl izah edeceğiz bunu? '


Orhan Pamuk

*Masumiyet Müzesi kitabında İstanbul sosyetesini derince anlattığı bir bölümden...

31 Ağustos 2008 Pazar

Bakışsız Bir Kedi Kara


Gelir dalgın bir cambaz. Geç saatlerin denizinden. Üfler lambayı. Uzanır
ağladığım yanıma. Danyal yalvaç için. Aşağıda bir kör kadın. Hısım. Sayıklarbir dilde
bilmediğim. Göğsünde ağır bir kelebek. İçinde kırık çekmeceler. İçer içki Üzünç Teyze
tavanarasında. İşler gergef. İnsancıl okullardan kovgun. Geçer sokaktan bakışsız bir
Kedi Kara. Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. Kanatları sığmamış. Bağırır Eskici Dede.
Bir korsan gemisi! girmiş körfeze...

Ece Ayhan

Aşk

Sen varken kötü diye bir şey bilmiyorduk
Mutsuzluklar, bu karalar yaşamada yoktu
Sensiz karanlığın çizgisine koymuşlar umudu
Sensiz esenliğimizin üstünü çizmişler
Nicedir bir pencereden deniz güzel değil
Nicedir ışımayan insanlığımız sensizliğimizden.

Sen gel bizi yeni vakitlere çıkar.

İlhan Berk

28 Ağustos 2008 Perşembe

Canım Kızım;

Meğer sanaymış yolculuğum.

Birgün kendime neden yaşadığımı sordum;

Bir anlamı olmalıydı başımdan geçen onca şeyin;

Bir karşılığım olmalıydı hayatta.

Bu soruyu sorduğumda kendime yirmi üç yaşındaydım.

Ellerim yaşlanmamıştı henüz

Ama soluk soluğa kalmış yorgun bir çocuktum,

Bildiğim her şeyden,

Herkesten uzaktaydım..

Yalnızlık, yabancılık, haksızlık, dünya kederleri

Bir olup yüklenmişlerdi bir gece kalbime.

Balkona çıktım,

Dördüncü kattaydım.

Soğuk bir kış gecesiydi.

Demirleri tuttum caddeyi seyrettim ağlayarak.

Göreceksin insan nasıl acır kendine böyle anlarda...

Yüz yirmi dokuz numaralı otobüs geçiyordu

Ve bir kız köşedeki benzinciden çıkmış;

Elinde bira şişesi ağlıyordu,

Uzundu sacları.

Kaldırıma oturdu

Elindeki bira şişesini karşısındaki saat kulesine fırlattı.

Saat oniki'ye on vardı ve belli ki ikimizinde canı çok yanmaktaydı...

Annem geldi aklıma

Bir Pazar dönüşü elimi avucunun içinde kavrayışı ve bana doğumumu anlatışı.

Yalnızmış sancıları geldiğinde;

Çok korkmuş ya başaramazsa diye.

Balkona çıkmış

İnsanları seyretmiş, başka kadınlarda çekti bu sancıyı diyerek

Ve başka insanların acılarından güç alarak doğuma girmiş.

Doğduğumda yaptığı ilk şey saate bakmak olmuş.

Saat öğlen oniki'ye on varmış.

İşte böyle demiştim kendi kendime;

Buraya kadarmış.

Sonra çilekli pastayı,

Çaldığım vişneleri,

Limonlu dondurmayı ne çok sevdiğimi düşündüm.

Saçlarımı uzatacaktım,

Para biriktirip yollara çıkacaktım

Ve bir daha hiç yirmi üç yaşında olmayacaktım.

Büyük kararlardan önce mutlaka bir gece beklemeli

Eğer sabah aynıysa her şey,

O zaman düşünmeli bitirmeyi bir hikayeyi..

Ertesi gün güneşli bir sabahtı;

Çoktan düşmüştü ruhumun ve kederimin ateşi...

O günden sonra neler oldu bir bilsen...

Sana anlatacak o kadar çok şeyim var ki.

Çok korkuyorum severmisin acaba beni?

İyi bir anne olabilecek miyim?

Koruyabilecek miyim seni?

Kalbimde ve zihnimde biriktirdiklerimi eksiksiz iletebilecek miyim sana?

Takvimler bir sonbahar çocuğu olacağını söylüyor.

Annende sonbaharda doğmuş bir bebekti.

Bu mevsim hüzünlüdür kızım ve çok sever güneşi.

Şu anda minicik tekmelerinle ben burdayım diyorsun.

Gelişine az kaldı...

Seni sevinçle beklerken odanı hazırlıyoruz hevesle.

Ama ne yazık ki odan kadar sessiz ve özenli bir ülkeye gelmiyorsun.

İsterdim ki benim gördüklerime sen şahit olma ama onlar sana bile yetişti.

Geleceği zamanı kendi seçen biri olarak güçlü

Ve bendende önde olacağını biliyorum.

Umarım sende seversin karıncaları,kedileri ve kelebekleri.

Ben babasını çok özleyen bir çocuktum...

Dilerim sen ayrı kalmazsın seni sevinçle bekleyen babandan....

Anneler ve babalar tanıyacaksın bizden başka.

Oğluna söz verdiği bisikleti alamadığında,

Notalarla oğlunun adını yazan,

Bıyıklı yorgun babaları,

Ya da kendi giyemediği mavi yirmi üç nisan elbisesini

Sabaha dek uyumadan kızına diken anneleri,

Sonra kendinden başkasını düşünmeyenleri,

Kendi öfkesinde boğulanları

Ve yalancıları tanıyacaksın.

Aşkı tanıyacaksın bir gün,

Kalbin kırılacak

Ve belki kıracaksın birilerini...

İyi bir tamirci ol kızım,

Çabuk onar kırdığın kalpleri ve çaresiz kalma kendi kırık kalbinle.

Sen şimdi kendi öykünü yazmaya geliyorsun.

Hayat iki seçenek sunuyor sana:

Ya payına düşen kederi parlatacaksın;

Ya da ömrünle iyi geçinmeye bakacaksın.

İkincisini tercih edersin umarım...

Bana öğretildiği gibi kızım;

Öğrendiğin çiçek adlarını unutma,

Kelebekleri kitap arasında kurutma,

Kin büyütme kalbinde ve incitme kimseyi...

Dilerim dünyaya geliş nedenini sen çabuk bulursun.

Yolun acık olsun....

Annen..


İclal Aydın

26 Ağustos 2008 Salı


    Maviye
    Maviye çalar  gözlerin,
    Yangın mavisine
    Rüzgarda asi,
    Körsem,
    Senden gayrısına yoksam,      
    Bozuksam,
    Can benim, düş benim,
    Ellere nesi?
    Hadi gel,
    Ay karanlık...

    İtten aç,
    Yılandan çıplak,
    Vurgun ve bela
    Gelip durmuşsam kapına
    Var mı ki doymazlığım?
    İlle  de ille
    Sevmelerim,
    Sevmelerim gibisi?
    Oturmuş yazıcılar
    Fermanım yazar
    N'olur gel,
    Ay karanlık...

    Dört yanım puşt zulası,
    Dost yüzlü,
    Dost gülücüklü
    Cıgaramdan yanar.
    Alnım öperler,
    Suskun, hayın, çıyansı.
    Dört yanım puşt zulası,
    Dönerim dönerim çıkmaz.
    En leylim  gecede ölesim tutmuş,
    Etme gel,
    Ay karanlık...

Ahmed Arif

20 Ağustos 2008 Çarşamba

....

"O olmazsa yaşayamam."
demeyeceksin. Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin o’nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini…
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin..
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak…

Can Yücel

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Yeni Hayat

"Resimli romanlardan, dizi filmlerden ve hızla geçen otobüslerin, trenlerin hızından çıkma, benim hikayemde melek sözüyle her karşılaştığında, çok görmüş bir akılcılıkla gülümseyen, kendinden emin, şüpheci okur! Belki de, benim tutkuma, öfkeme ve hikayeme kendini bütünüyle vermediğin için, şimdi bana hızla yaklaşmakta olan o an, bir gün sanki sana hiç yaklaşmayacakmış gibi, güvenle kitabı elinde tutuyorsun, ama benim gördüklerimi senin de bir gün görebileceğini aklından hiç çıkarma ve sakın kendini ölümsüz sanma. Kitaplar, mükemmel kitaplar, ölümsüzlerin işidir. Ben ve kahramanım ise fazla fazla kusurlu, fazla fazla eksikli olduğumuzu bildiğimiz için zaten ölümlüyüz."

Orhan Pamuk

*Yeni Hayat kitabının girişinden

10 Ağustos 2008 Pazar

Balzamin

Sen el kadar bir kadınsındır
Sabahlara kadar beyaz ve kirpikli
Bazı ağaçlara kapı komşu
Bazı çiçeklerin andırdığı
İş bu kadarla bitse iyi
Bir insan edinmişsindir kendine
Bir şarkı edinmişsindir, bir umut
Güzelsindir de oldukça, çocuksundur da
Saçlarınla beraber penceredeyken
Besbelli arandığından haberli
Gemiler eskirken, deniz eskirken limanda
Sevgili...

Cemal Süreya

4 Ağustos 2008 Pazartesi

İnsan

"Korkunç bir düşmanım var, dedi bana. Bak, nerede olsa benim kadar kuvvetli, benim kadar dikkatli, benim kadar canlı, kendini gösteriyor. Durmadan beni gözetliyor; şöyle bir toparlanayım desem hemen karşıma dikiliyor. Gözüme uyku girmez oldu; ama onun da uyuduğu yok. Benim kadar sakin, benim kadar azimli. Hücum etmesini beklemiyorum ama, artık benim de tahammülüm kalmadı; ona bu üstünlüğü bırakmayacağım; kolumu kaldırıyorum; bak, tam zamanıymış, o da kolunu kaldırdı. Öyle zannediyorum ki, ben ne düşünsem, o da, aynı zamanda aynı şeyi düşünüyor. Benden korkuyor, bunu açıkça görüyorum; korkunun ne olduğunu bildiğim için de, benden nefret ettiğini anlıyorum. Kendimi müdafa etmek için tasarladığım herşeyi o da tasarlıyor; yayılmak, açılmak istedim mi, bu da kendimi korumam için bir çaredir, o da aynı şeyi yapmak istiyor. Bir benzerim olduğunu biliyordum zaten; ama kavgalı olduğumuzdan beri bunu daha iyi hissediyorum. İnsanoğlu benzerini sevebilir mi? Ondan korkmak , çekinmek daha akıllı uslu bir hareket olmaz mı? Beni çeken herşey onu da çekmez mi? Vaktiyle bana, aynı şeyleri düşünenler arasında anlaşma olduğunu söylemişlerdi. Ama düşüncelerimiz eğer isteklerimizse, daha doğrusu ihtiyaçlarımızsa, aynı şeyleri düşündüğümüz takdirde ortaya bir kavga mevzuu çıkmaz mı? Ey, düşman kardeşim, bana acı hakikatler öğrettin. Şu anda bile onları teyit ediyorsun. Takındığın tavırdan, duruşundan, bıkkınlık gösteren hareketlerinden, evet, hem bıkkınlık gösteren, hem tehdit eden hareketlerinden, bunun böyle olduğunu anlıyorum. Elveda kardeşlik."

İnsanoğlu, yine insanoğlunu göstererek bana bunları söyledi. "Ama, dedim ona, bu senin gölgen."

Mayıs, 1927

Alain

*'Söyleşiler' in I. cildinden.

19 Temmuz 2008 Cumartesi

Famous Blue Raincoat

Its four in the morning, the end of december
Im writing you now just to see if youre better
New york is cold, but I like where Im living
Theres music on clinton street all through the evening.

I hear that youre building your little house deep in the desert
Youre living for nothing now, I hope youre keeping some kind of record.

Yes, and jane came by with a lock of your hair
She said that you gave it to her
That night that you planned to go clear
Did you ever go clear?

Ah, the last time we saw you you looked so much older
Your famous blue raincoat was torn at the shoulder
Youd been to the station to meet every train
And you came home without lili marlene

And you treated my woman to a flake of your life
And when she came back she was nobodys wife.

Well I see you there with the rose in your teeth
One more thin gypsy thief
Well I see janes awake --

She sends her regards.
And what can I tell you my brother, my killer
What can I possibly say?
I guess that I miss you, I guess I forgive you
Im glad you stood in my way.

If you ever come by here, for jane or for me
Your enemy is sleeping, and his woman is free.

Yes, and thanks, for the trouble you took from her eyes
I thought it was there for good so I never tried.

And jane came by with a lock of your hair
She said that you gave it to her
That night that you planned to go clear

-- sincerely, l. cohen

Leonard Cohen

-------------------------------------------------------------------------------
"bir insanın doğasındaki en özgün şey genellikle en umutsuz olandır"*

*Leonard Cohen
----------------------------------------------------------------------------------

26 Haziran 2008 Perşembe

Namus(!)

Düştüm mapus damlarına öğüt veren bol olur
Toplasam o öğütleri burdan köye yol olur
Ana baba bacı kardaş dar günümde el olur
Namus belasına kardaş döktüğümüz kan bizim

Hep bir hallı Turhallıyız biz bize benzeriz
Yüz bin kere tövbe eder gene şarap içeriz
At bizim avrat bizim silah bizim şan bizim
Namus belasına kardaş yatarız zindan bizim

Kız gelinim suna boylum varamadan biz bize
Besmeleyle yüzün açıp oturmadan diz dize
Almış kaçırmışlar seni çökertmişler ıssıza
Namus belasına kardaş kıydığımız can bizim

Ağam kurban beyim kurban hallarımı eyledim
Ne bir eksik ne bir fazla hepsi tamam söyledim
Kır kalemi kes cezamı yaşamayı neyledim
Namus belasına kardaş verdiğimiz can bizim

Cem Karaca

--------------------------------------------

Aradım yıllardır seni her yerde
Bir türlü karşıma çıkmadın namus
Nihayet bir yerde rastladım ama
Utançtan yüzüme bakmadın namus

Yaklaşıp yanına dedim nerdesin
Dedin ki yorulma, gelmiyor sesin
Gayretleri boşa gitti herkesin
Kimseyi yanına sokmadın namus

Fazilet dediğin meğer masalmış
Namuslu görünmek kimlere kalmış
Zenginmiş, fakirmiş, halkmış, kralmış
Gördüm ki kimseyi takmadın namus

Hadi yandan
Hadi hadi yandan

Ben senden ne saray, ne ev istedim
Seni sevenleri sen sev istedim
Kıvılcım aradım, alev istedim
Bir tek mumu bile yakmadın namus

Azizken gözümde sudan ekmekten
Yoruldum uslu dur yapma demekten
Yüzyıllardır namussuzluk etmekten
Bir türlü uslanıp bıkmadın namus

Hadi yandan
Hadi hadi yandan

Ümit Yaşar Oğuzcan

20 Haziran 2008 Cuma

Müslüman



Camiye gittim, ama Allah bilir niye:
Ne namaz kılmaya, ne dua etmeye.
Eskiden bir kilim aşırmıştım camiden:
O eskidi gittim yenisini yürütmeye.

Ömer Hayyam

Dalgacı Mahmut

İşim gücüm budur benim,
Gökyüzünü boyarım her sabah,
Hepiniz uykudayken.
Uyanır bakarsınız ki mavi.

Deniz yırtılır kimi zaman,
Bilmezsiniz kim diker;
Ben dikerim.

Dalga geçerim kimi zaman da,
O da benim vazifem;
Bir baş düşünürüm başımda,
Bir mide düşünürüm midemde,
Bir ayak düşünürüm ayağımda,
Ne haltedeceğimi bilemem.

Orhan Veli Kanık

 Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun ?
Utanırım,
Utanırım fıkaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,       
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun ?
Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun ?
Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlu'yu,
Karayılanı,
Meçhul Askeri...
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda...
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa'da kurşun atanı
Minareden, barikattan,
Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,
Duyuyor musun ?
Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.
Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun ?

Ahmed Arif

19 Haziran 2008 Perşembe

İstanbul Hatıralar ve Şehir

"ruhumdaki bu kırılmayı hissediyor, yaklaşan yalnızlığımdan telaşa kapılıyor, içine düşmekte olduğum karanlığın bir hayat tarzı olmasından korkarak herkes gibi olmaya karar veriyordum: on yedi-on sekiz yaşlarımda bir dönem herkesi güldüren, her fırsatta şaka yapan, herkesle arkadaşça, hatta serserice iyi geçinen bir cemaat adamı gibi gözükmeyi başardım... herkesin kafayı fazla takmadan yaptığı şeyleri yapabilmek için niye benim dişimi sıkmam, gayret etmem, sonra da poz yaptığım için kendimden nefret etmem gerekiyordu?"


"Öfkemin, hiddetimin içinde beni kendimin dışına atan başdöndürücü bir hayatiyet hissettim; derinliği bana bile şaşırtıcı gelen bir hırs duyuyor, evden çıkıp sokaklarda koşmak istiyordum. Aynı anda annemle bir kaç dakika daha, tuhaf bir yok etme, isyan etme, acı verme ve acı çekme azmiyle ağız kavgasına tutuşacağımı, daha sonra, en şiddetli sözleri ettikten sonra kapıyı vurup kirli, karanlık gecenin içine çıkıp, arka sokaklara koşacağımı biliyordum."

‘Sevmediğim bir yemek, kötü bir tat, elime batan bir iğne, bebekken kaçmayayım diye kapatıldığım tahta kafesin (nedense park derlerdi) tahtalarını öfkeyle dişlemek…’
‘Napolyon olduğunu sürekli düşlemekten hoşlanan adamla, kendini Napolyon sanan adam arasındaki fark, mutlu hayalci ile mutsuz şizofren arasındaki farktır. ..’
‘Nişantaşı semti adını, on sekizinci yüzyılın sonuyla on dokuzuncu yüzyılın başında reformcu ve Batılılaşmacı padişahların (III. Selim ve II. Mahmut) spor olsun, keyif olsun diye boş tepelere nişanladıkları okların düştüğü, bazen de tüfekle vurdukları boş testilerin kırıldığı yeri işaretlemek için dikilen (üzerinde de olayı anlayan bir iki mısra yazılan) taşlardan alıyordu.’
‘…Batılılaşma çabası, modernleşme isteğinden çok, yıkılan imparatorluktan kalan keder verici, acıklı hatıralarla yüklü eşyalardan kurtulma telaşı gibi gelmiştir bana: Tıpkı birden ölüveren güzel bir sevgilinin yıkıcı anısından kurtulmak için elbiselerinin, takılarının, eşya ve fotoğraflarının telaşla atılması gibi.’
‘…Beni sevimli bulmaları, ne kadar şirin olduğumu hep söylemeleri, beni görünce tatlılıkla gülümsemeleri, beni hediyelerle şımartmaları hoşuma giderdi ama ikide bir öpmelerinden rahatsız olurdum. Nefeslerindeki sigara ya da ağır parfüm kokusu beni iter, yüzlerindeki tüyler, sakallar batardı. Erkeklerin parmaklarının üst kısmındaki, boyunlarındaki tüylerden ve kulaklarından, burunlarının içinden fışkıran kıllardan hoşlanmaz, onların daha kötü, daha bayağı yaratıklar olduğunu düşünürdüm…’
‘Her yağmurdan sonra şehrin bütün meydanlarını sular basmasından bıktık usandık. Bu işi kim halledecekse halletsin artık. (1946)’‘Şerbetçilerin ne tür boya ve meyve ile yaptıkları belediyece bilinmeyen şerbeti artık satamamaları iyi bir karardır. (1927)’‘Askeri yönetimin taksilere taktırdığı yeni taksimetreleri umarız bu sefer hem şoförler, hem yolcular açtırır da, yirmi yıl önceki son taksimetreler zamanında olduğu gibi “ne verirsen ağbi” aklıyla çıkan pazarlıklar, kavgalar, karakolluk olmalar artık şehrimizde yaşanmaz. (1983)’‘Vapurdan veya herhangi bir vasıtadan ilk çıkmak merakının bizde ne kadar ilerlemiş olduğunu bilince, vapur daha Haydarpaşa’ya yanaşmadan atlayanları, ne kadar “ilk çıkan eşek” diye bağırsak da durdurmaya imkan yoktur. (1910)’‘Bütün zevk ve kalp sahibi Frenk sanatkarlarının öğürürcesine iğrendiği “tatlısu” binaları, bilhassa son devirde tıpkı güve güzel bir kumaşı yer gibi İstanbul manzarasını dişleye dişleye kemiriyor. Bu gidişle bütün İstanbul Yüksekkaldırım ve Beyoğlu gibi iğrenç bir bina kümesi olacak ve bunun sebebini yalnız yangınlar, artık fakir olmamız, güçsüzlük değil, biraz da yeniye olan merakımızda aramalı. (1922)’

’29 Mayıs 1453’te olan şey, Batılılar için Constantinople’un Düşüşü, Doğulular içinse İstanbul’un Fethidir. Kısaca “Düşüş” ya da “Fetih”.’


‘1955 yılında İngilizler Kıbrıs’tan çekilir, Yunan hükümeti de adayı bütünüyle devralmaya hazırlanırken Türk gizli servislerinden bir ajan, Selanik’te, Atatürk’ün doğduğu eve bir bomba attı. Bu haber ikinci baskı yaparak olayı büyüten İstanbul gazetelerince bütün şehire duyurulunca gayri müslimlere düşman bir kalabalık Taksim Meydanı’nda birikti ve önce Beyoğlu’nu…, sonra bütün İstanbul’u yağmaladı.
Ortaköy, Balıklı, Samatya, Fener gibi şehrin Rum nüfusunun yüksek olduğu mahallelerinde uyguladıkları şiddetle dehşet uyandıran yağmacı çeteler…Rum-Ermeni kadınların ırzına geçtikleri için, Fatih Sultan Mehmed’in Fetih’ten sonra İstanbul’u yağmalayan askerleri kadar acımasız davrandıkları söylenebilir.’

‘On yaşıma kadar kafamda çok belirgin bir Allah hayali taşıdım: Yüzü belirsiz, aşırı yaşlı, beyaz çarşaflar içinde çok muhterem bir kadın görüntüsüydü bu…’
‘Korktuğum Allah değil, ona çok fazla inananların benim gibilere duyacağı öfkeydi. Zekaları –haşa- aşkla inandıkları Allah’la hiçbir şekilde karşılaştırılamayacak bu aşırı inançlı kişilerin aptallığı, beni korkutan ikinci nedendi.’
‘…İstanbul’un yeterince modern olmadığını, yoksulluk ve sefaletinden kurtulmasının, üzerindeki yenilgi duygusunu atmasının daha çok zaman alacağını umutsuzlukla anlıyor, kendi hayatım ve şehrim konusunda kederleniyordum da denebilir.’
‘…Kendi içine kapanık “Doğulu” , esrarlı, dindar, pitoresk, mistik bir hayal olarak Eyüp o kadar mükemmeldir ki, bana bir başkasının İstanbul’a yakıştırdığı Doğu hayaliymiş, İstanbul’da yaşayan bir çeşit Türk-Doğu-Müslüman Disneyland’iymiş gibi gelir. Şehir surlarının dışında olması, bu yüzden Bizans etkisini ve İstanbul’un taşıdığı kat kat karışıklığı taşımaması mıdır bunun nedeni? Ya da güzel mezarlıklarının, ağaçlarının, evlerinin içiçe geçmesi mi? Yüksek tepeler yüzünden akşamın burada erken gelmesi mi?Ya da burada her şeyin, mimari ölçülerin dini ve mistik bir alçakgönüllülükle küçük tutulması mı Eyüp’ü İstanbul’un büyüklüğünden ve güçlü ve enerjik karmaşasından –kire, pasa, dumana, kırık, çatlak, döküntü ve yıkıntıya ve pisliğe varan gücünden- uzak tutmuştur? Şehre “romantik” Doğu düşleriyle gelen, herkesi tatmin eden yanını Eyüp,İstanbul’un sürekli Batlılılaşan ya da Batılı malzemeyi alıp kendinin kılan ve kendini yenileyen merkezine, bürokrasisine, devlet kurum ve binalarına uzak olmasına borçluydu. Piyer Loti’nin bu bozulmamış hali yüzünden sevdiği, bir ev alıp yerleştiği bu harika Doğu düşü…’

‘…O yıllarda bazan saatler süren bu yürüyüşlerim sırasında bacaklarımın beni götürdüğü yerlere yürürken, şehrin vitrinlerine, lokantalarına, yarı aydınlık kahvelerine, köprülerine, sinema önlerine, ilanlarına, harflerine, pisliğine, çamuruna, kaldırımlardaki karanlık su birikintilerinin üzerine düşen yağmur tanelerine, neon lambalarına, arabaların ışıklarına ve çeteler halinde çöp tenekelerini deviren köpeklere bakar, en ücra mahallenin en dar ve hüzünlü sokağındayken içimden de koşa koşa eve dönmek ve şehrin bu görüntüleri, bu karanlık ruhu, bu karmakarışık, esrarlı ve yorgun halini anlatan birşeyler yazmak gelirdi.’

"dış görünüşü dünyanın en güzel manzaralarını veren istanbul'un bazı mahallelerinin sefaleti, bazılarının pisliği; şehri kulislerine girilmeden salondan seyredilmesi gereken bir tiyatro dekoruna benzetir."*


Orhan Pamuk
(İstanbul Hatıralar ve Şehir)


*Nerval
"Büyürken, yanlışların yerine doğruları koymak istediğinde şunu anımsa: Yapılacak ilk devrim, insanın kendi içinde yapacağıdır, evet ilk ve en önemli devrim budur. İnsan kendi hakkında bir düşünceye sahip değilken bir düşünce uğruna savaşmak, yapılabilecek en tehlikeli şeylerden biridir.

Yolunu yitirdiğini, şaşırdığını hissettiğin zaman ağaçları düşün, onların büyüme biçimini anımsa. Unutma ki yaprağı gür ama kökü zayıf bir ağaç ilk güçlü rüzgarda devrilir, oysa kökü güçlü ve az yapraklı ağaçta can suyu bin bir güçlükle dolaşır. Kökler ve yapraklar aynı ölçüde gelişmelidir, olayların içinde ve üzerinde olmalısın, ancak böyle gölge ve sığınak sunabilir, ancak böyle doğru mevsimde çiçekler ve meyvelerle donanabilirsin.

Ve sonra, önünde pek çok yol açılıp sen hangisini seçeceğini bilemediğin zaman, herhangi birine, öylece girme, otur ve bekle. Dünyaya geldiğin gün nasıl güvenli ve derin derin soluk aldıysan, öyle soluk al, hiçbir şeyin senin dikkatini dağıtmasına izin verme, bekle ve gene bekle. Dur, sessizce dur ve yüreğini dinle. Seninle konuştuğu zaman kalk ve yüreğinin götürdüğü yere git."

Susanna Tamaro


*Yüreğinin Götürdüğü Yere Git
"Gerçekliği bir elinde tuttuğunu söyleyen insan, öteki elinde onu korumak için bir bıçak taşıyordur. Tanrı'yı kendi tarafına çeken, bunu daha sonra seni öldürmek için yapıyordur. Nazilerin kemerlerinde ne yazıyordu hatırla: Got mit Uns, yani Tanrı bizimledir. Katoliklerin, kendileri gibi düşünmeyenleri diri diri yaktıkları büyük ateşleri hatırla. Gerçeklik ve ölüm hep yanyana yürürler."



Susanna Tamaro

*Yüreğimin Sesini Dinle

12 Haziran 2008 Perşembe

Bir Ayrılış Hikayesi


Erkek kadına dedi ki:-Seni seviyorum,ama nasıl,
avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya
çıldırasıya...
Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,ama nasıl,kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,yüzde yüz, yüzde bin beş yüz, yüzde hudutsuz kere yüz...
Kadın erkeğe dedi ki:
-Baktım
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana..
Ve ben artık
biliyorum:Toprağın -
yüzü güneşli bir ana gibi -
en son en güzel çocuğunu emzirdiğini..
Fakat neyleyimsaçlarım dolanmış
ölmekte olan parmaklarına
başımı kurtarmam kabil
değil!
Sen
yürümelisin,
yeni doğan çocuğun gözlerine bakarak..
Sen
yürümelisin,
beni bırakarak... Kadın sustu.Sarıldılar...
Bir kitap düştü yere...
Kapandı bir pencere...
Ayrıldılar...


Nazım Hikmet Ran

7 Haziran 2008 Cumartesi

Doğmamış Çocuğa Mektup

"...Şimdi, yüzümü, saçlarımı, düşüncelerimi sırılsıklam eden bir korkunun içinde kilitliyim. Bu korkunun içinde ne yapacağımı bilemiyorum. Anlamaya çalış: Başkalarından korkmak değil bu... Başkalarına hiç aldırmıyorum. Tanrı korkusu değil. Tanrıya inanmıyorum. Acı korkusu değil. Acıdan korkum yok. Senden korkuyorum, seni hiçyokluktan zorla çekip alan, gövdeme ekleyen rastlantıdan. Seni çok beklediysem de karşılamaya asla hazır olmadım. Ama kendi kendime hep o kötü soruyu sordum: Ya doğmak hoşuna gitmezse? Ya günün birinde haykırıp suçlarsan beni: "Sana kim dedi beni dünyaya getir diye? Neden dünyaya getirdin beni, neden?"
Yaşam öylesine güç bir çaba ki, çocuk. Her gün yeni baştan başlayan bir savaş; mutluluk anları ise acımasız bir bedelle ödenen kısacık ayraçlar..."

...
"Nasıl söküp atabilirim seni?
Yanlışlıkla ya da bir rastlantı sonucu olduysan oldun, bana ne?
Üstünde yaşadığımız dünya da bir rastlantı, belki de bir yanlışlık sonucu oluşmadı mı?"
...
"Ve bu sonuçların arasında bir hücre tomurcuklanmış, o da bir rastlantı ya da bir yanlışlık sonucu ve bu tomurcuk anında milyonlarca, milyarlarca çoğalmış...
Ve çoğalmaya devam etmiş, ağaçlar, balıklar, insanlar oluşana dek...
O hücre yaşamayı ister miydi, istemez miydi diye soran olmuş mu dersin?
Onun açlığını, üşümesini, mutsuzluğunu düşünen olmuş mu dersin?
Hiç sanmıyorum.
Öyle birisi vardıysa bile zamanın ve boşluğun ötesinde başlangıcın başlangıcı diyebileceğimiz bir Tanrı belki, rahatlık rahatsızlık üstüne kafa yormamıştır."
...
"Kadın mı erkek mi olacaksın acaba.Kadın olursan o yumuşak, biçimli gövdenin içinde bir yerde sesini duyurmaya uğraşan bir zekan olduğunu göstermeye çalışacaksın. Yenilgiye uğrasanda cesaretini yitirmemelisin. Savaşmak kazanmaktan çok daha iyi, yolculuk yapmak varmaktan çok daha güzel; bir kez kazandın mı, ya da gideceğin yere vardınmı engin bir boşluktan başka bir şey duymazsın. Erkek doğarsan da aynı ölçüde sevinirim. Çünkü o zaman bir sürü aşağılamadan, ezilmekten, kullanılmaktan kurtulmuş olursun. İlk bakışta kendini kabul ettirmek için güzel bir yüze, zekanı saklamak için biçimli bir gövdeye gereksinme duymayacaksın.Gene de haksızlığın başka türleriyle karşılaşacaksın. Yaşam bir erkek için bile kolay değil."
...
Erkeklerin yaşamı açıklamak için uydurdukları efsanelerde ilk yaratık bir kadın değil: Adem adında bir erkek.
Havva sonradan geliyor, ona zevk vermek ve başına işler açmak için.
Kiliseleri süsleyen resimlerde Tanrı ak sakallı, yaşlı bir adam olarak gösteriliyor, hiç bir zaman ak saçlı bir kadın olarak değil. “
....

Kadın doğarsan yapacak o kadar çok şeyin olacak ki. Bir kere Tanrı varsa eğer ak saçlı bir kadın ya da güzel bir genç kız olabileceği düşüncesini savunmaya çalışacaksın sürekli.
Sonra, Havva ağaçtan elmayı kopardığı gün cennete giren şeyin günah değil de, o eşsiz erdem, itaatsizlik olduğunu anlatmaya
çalışacaksın herkese. “
....

"... Benim için her seyden nemlisi senin bir" kisi "olman."Kisi", harika bir sözcük; çünkü kadin erkek ayrimi yapmiyor...Yüregin, beynin cinsiyeti yok.Davranislarin da yok. Hiç unutma bunu. Ve sen, yüregi ve beyni olan bir kisi olarak yetisirsen, su yada bu biçimde - erkek yada disi olarak-davranman konusunda sana israr edecekler arasinda ben olmayacagim. Ben yalnizca, dogmus olmak mucizesinden sonuna dek yararlanmani, hiç bir zaman korkakliga boyun egmemeni isteyecegim senden. Her an pusuda bekleyen bir hayvandir korkaklik.hepimize bir gün saldirir; kendisini paramparça etmesine izin vermeyen insanlarin sayisi ise çok azdir.Temkinlilik adina,kolaylik, çabukluk adina,kimi zaman bilgelik adina parçalanirlar. Bir tehlikenin tehdidi altinda korkak olan insanlar, tehlike ortadan kalkinca atak olurlar birden. Sen hiç bir zaman tehlikeden kaçinmamalisin, korku seni çekerken bile. Dünyaya gelmek baslibasina bir tehlike zaten. Ilerde, dogmus olmaktan dolayi yerinme tehlikesi."


...............

Ama gene de, en mutsuz anlarımda bile, doğmasaydım üzülürdüm gibi geliyor, çünkü hiçyokluktan daha kötü bir şey yok. “
...

"Sana bir besik satin aldim. Sonra aklima geldi, kimilerine göre çocuk dogmadan besik satin almak, tipki yatagin üstüne çiçek koymak gibi, ugursuzluk getirir. Ama artik bos insanlara aldirmiyorum.Kizilderililerin kullandigi türden bir besik aldim, gerektiginde sirtta tasinabiliyor.Peter Pan gibi alli yesilli, sarili bir sey. Seni sirtladigim gibi her yere götürecegim, herkes bakip bakip gülümseyecek, "su iki çocuga bakin" diyecekler..."

........



"Günün birinde haykırırsan bana, "Neden beni dünyaya getirdin neden?" diye, yanıtım hazır:
"Benden önce milyonlar ve milyonlarca yıl boyunca ağaçların yaptığı, hala da yapmakta oldukların yaptım, doğru bir iş yapıyorum sandım..."


Oriana Fallaci

*Doğmamış Çocuğa Mektup