28 Aralık 2009 Pazartesi

Gidiyordun, ardından yağmurlar gidiyordu...
Bir menekşe büktü boynunu, ıslak...
Sen gidiyordun.
Kışın soluğu vurdu yüzüne,
Menekşe düştü.
Sen gidiyordun...
Gittikçe yaklaştı bulutlar, gittikçe yaklaştı
Gittikçe...
Sen gittin.
Öyle kör, öyle ıslak...

Bir sel alıp götürdü yüreğimizi
Kavuştuk bir dereye
Sonra lacivert bir denize...
Gittikçe soğudu bulutlar, gittikçe...
Gemiler gidiyordu.
Bir martının çığlığı düştü denize...

2 Aralık 2009 Çarşamba

Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri- 6

Çiçekli badem ağaçlarını unut.
Değmez,
bu bahiste
geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.
Islak saçlarını güneşte kurut :
olgun meyvelerin baygınlığıyla pırıldasın
nemli, ağır kızıltılar...
Sevgilim, sevgilim,
mevsim
sonbahar...

Nazım Hikmet Ran

19 Kasım 2009 Perşembe

O günden sonra kuracak güzel bir cümlem olmadı hiç

dünya için. Rüyalarım tüller ve silahlardan bu yana sisli.

Kıvrılıp giden dalgın bir yol, yolda eski bir taş,

Limanda bağlı bir tekne, yosunlu bir halat gibi durdum.



Uzağımda açık denizdi o yürüdü gitti.

Ben kıyıda ıssız bir ev, ince boğazda gıcırdayan tahta iskele,

iskelede bir lastik, az ilerde turuncu bir şamandıra,

İçimde kuzeyden bir hatıra aksiyle durgun suya vurdum.



Bir siyah beyaz kare içinde, hepsi hepsi bir hatıra işte

Bıraktın, unuttum, unutuldum.



Seni kırdığım yerden beni de kırdılar,

Ben hiçbir cümleyle ağlayamam artık seni.

Birhan Keskin

5 Kasım 2009 Perşembe

Dünya kirletilmişse,
Üstünüze sıçramış
Bir şey vardır mutlaka.
Benimki aşktan bir leke,
Kazındıkça kendini temize çeken
Gizlice. Sürtündükçe kıvılcımlar saçan
Çakaralmaz renk cümbüşü işte.
Ya sizinki?

Ben vazgeçmeler ustasıyım.
Reddedemem önerinizi,
Paylaşalım elbette:
Lekeniz sizde kalsın,
Ben aşk'ı alırım sadece.

Dünya kirletilmişse,
Üstünüze sıçramış
Bir şey vardır mutlaka.
Benimki iki soluk arasında
Gelip geçen zaman.
Hangisi ölüm hangisi yaşam?
Ya sizinki?

Ben vazgeçmeler ustasıyım.
Yaşadığınız bir ömür değil mi?
Seçimi siz yapsanız, istediğiniz sahneyi seçseniz:
İster ilkincisi olsun ister sonuncusu fark etmez ki,
- Başarımızı arttıracaktır provalardaki performansınız -
Artanıyla yetinirim zaten ben, ilk gösteri için
siz önden buyrunuz lütfen!

Dünya kirletilmişse,
Üstünüze sıçramış
Bir şey vardır mutlaka.
Benimki korkusuz ve kuşkusuz bir aşk,
Başdöndürücü ve anısız,
Fısıldaşmaları dalgınlıklara takılı.
Ya sizinki?

Hala anlamadınız mı?
Demiştim:
Ben vazgeçmeler ustasıyım.
Aşk'ı bana terk etmiştiniz zaten,
Üstü...kalabilir sizde...


Tuğrul Asi Balkar

27 Ekim 2009 Salı

MENDİLİMDE KAN SESLERİ

Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla

Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da simdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.

Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.



Edip Cansever

26 Ekim 2009 Pazartesi

born like this
into this
as the chalk faces smile
as Mrs. Death laughs
as the elevators break
as political landscapes dissolve
as the supermarket bag boy holds a college degree
as the oily fish spit out their oily prey
as the sun is masked

we are
born like this
into this
into these carefully mad wars
into the sight of broken factory windows of emptiness
into bars where people no longer speak to each other
into fist fights that end as shootings and knifings

born into this
into hospitals which are so expensive that it's cheaper to die
into lawyers who charge so much it's cheaper to plead guilty
into a country where the jails are full and the madhouses closed
into a place where the masses elevate fools into rich heroes

born into this
walking and living through this
dying because of this
muted because of this
castrated
debauched
disinherited
because of this
fooled by this
used by this
pissed on by this
made crazy and sick by this
made violent
made inhuman
by this

the heart is blackened
the fingers reach for the throat
the gun
the knife
the bomb
the fingers reach toward an unresponsive god

the fingers reach for the bottle
the pill
the powder

we are born into this sorrowful deadliness
we are born into a government 60 years in debt
that soon will be unable to even pay the interest on that debt
and the banks will burn
money will be useless
there will be open and unpunished murder in the streets
it will be guns and roving mobs
land will be useless
food will become a diminishing return
nuclear power will be taken over by the many
explosions will continually shake the earth
radiated robot men will stalk each other
the rich and the chosen will watch from space platforms
Dante's Inferno will be made to look like a children's playground

the sun will not be seen and it will always be night
trees will die
all vegetation will die
radiated men will eat the flesh of radiated men
the sea will be poisoned
the lakes and rivers will vanish
rain will be the new gold

the rotting bodies of men and animals will stink in the dark wind

the last few survivors will be overtaken by new and hideous diseases

and the space platforms will be destroyed by attrition
the petering out of supplies
the natural effect of general decay

and there will be the most beautiful silence never heard

born out of that.

the sun still hidden there

awaiting the next chapter.



Charles Bukowski

11 Ekim 2009 Pazar

Yok´u
Yok eden
Var oldu : akıl
Renkten,sesten,rahiyadan
Mest oldu akıl,
Kendini inkar etti.
His,sevgi,aşk yolunda
Yok´a döndü akıl,
Yok´a vardı.
Yok´un yok´u var:
Varlık.
Var´á vardı akıl,
Yok´dan bir kadın,
Var´dan bir erkek.
Çok çocukları oldu,
Rivayete göre
Bahtiyar yaşadılar.


Arif Dino

5 Eylül 2009 Cumartesi

Küçüğüm, bu senin sesin, güzel ırmak
Önce rüzgârın öptüğü, sonra benim öptüğüm
Bu bitmemiş şiirler senin ayakbileklerin
Soluğun, kokun, karnın, gölgeli gözlerin
Bu böyle çözülü göğsün, enine boyuna dudakların
Sabahlara kadar ki büyük gözlerin böyle
Bu dal gibiliğin, saçların, kırmızı ağzın
Bu üstünde onca seviştiğimiz yatak sonra
Sonra bu benim anı artığı eski yüzüm
Tüylerin, tay boynun, küçücük çocuk ellerin
Böyle yukarıdan aşağı gidiyorum seni
Karışıyor, korkunç, ellerimiz ayaklarımız

İlhan Berk

31 Temmuz 2009 Cuma

Fakültenin Önü

Fakültenin yanı demirden köprü
Fakültenin önü bir sıra kavaktı
Biz bir garip yiğit kişiydik
Bütün hürriyetler bizden uzaktı

Faşistler camlara yürüdüler
Kürsüleri kırdılar, höykürdüler
Tığ teber şahı merdan
"Tanrı Dağı kadar Türktü bunlar
Hıra Dağı kadar müslüman."
Ve de kanlı bıçaklı düşman
........................
........................
Gökler ışıyordu yer yer
Ortalık ala şafaktı.

-------------------------------------------------

...Kan giderdi
Bir yanda
Yaşamak
Kan gider
Kan revandı
Bir yanda ölüm
Hayırlıydı
Yaşamaktan
Bir yanda
İçi sevdalarla
Dolu
Yemyeşil
Bir daldı.
Ve ölüm ile
Sevda ile
Dönerdi devran. ...

Enver Gökçe

24 Haziran 2009 Çarşamba

...Yine de, zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu

Düşler marketinin,

Uyanıyorum küstah sözcüklerle:
Ey, iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!...

Nilgün Marmara

17 Haziran 2009 Çarşamba

The birds they sang
at the break of day
Start again
I heard them say
Don't dwell on what
has passed away
or what is yet to be.
Ah the wars they will
be fought again
The holy dove
She will be caught again
bought and sold
and bought again
the dove is never free.

Ring the bells that still can ring
Forget your perfect offering
There is a crack in everything
That's how the light gets in.

We asked for signs
the signs were sent:
the birth betrayed
the marriage spent
Yeah the widowhood
of every government --
signs for all to see.

I can't run no more
with that lawless crowd
while the killers in high places
say their prayers out loud.
But they've summoned, they've summoned up
a thundercloud
and they're going to hear from me.

Ring the bells that still can ring ...

You can add up the parts
but you won't have the sum
You can strike up the march,
there is no drum
Every heart, every heart
to love will come
but like a refugee.

Ring the bells that still can ring
Forget your perfect offering
There is a crack, a crack in everything
That's how the light gets in.

Ring the bells that still can ring
Forget your perfect offering
There is a crack, a crack in everything
That's how the light gets in.
That's how the light gets in.
That's how the light gets in.

L.Cohen

12 Haziran 2009 Cuma

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme

Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme

Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme

Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme

Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme

Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme

Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme

Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mavediyorsun etme

Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme

İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme

Mevlana

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Yazılmamış Efsane

Kanayarak kandı kana kana
Günyüzü çığırtkanı
Ağıtlar çığırtırdı karanlık odalarda
Bir kardelen gibi savaşçı
Her ölüşte güneş doğarken
İndirdi güneşleri birer birer
Karartarak gökyüzünü
7 Bıçak'lık aydınlığı bulmaya
SUSKUN
Ve çaresizlikti devası
Derman kapıları sıkı sıkıya kapalıyken
Bir ölüm sesi edalı
Bir yolu yolsuzluk
Bir dizleri kanalı
Elleri keder kınalı
Dudakları hüzün kurulu
Gözleri kızıl buğulu
Ruhu gezinmez, tutuklu…

Kana kana, kanadı, kanarak
Bir onun için yalan hakikat
O'nun için bir yalan sahi
Başı kandan bereli
Yüreği aktan sızılı
Canı intihar soylu
Soyu kahraman boylu
Yüzünde bir görünmez dövme
Bir karanlıkta parlar,
Bir her ölüşte...
Homeros'un yazamayacağı
Sultanlara sunulamaz efsane
Hiç gülmedi ki
Yüzündeki hafif gülümseme
Hiç silinmedi ki alnındaki Zülfikar
Hiç oturmadı ki başına bir söğütün
Hiç tutmadı ki yasını bir gömütün
Hiç sevilmedi ki...

Hep aşık olundu...
Hep yalnız kal'ındı...

Yeryüzünde ölülerle paylaştı ancak azığını
Dinledi hikayelerini
İçti gözyaşlarını
Ve çıkarıp alnından Zülfikar'ı
Yardı döşünü
Kırdı göğüs kafesini
Çıkarıp kan kızıl yüreğini
Attı Fırat'a
Vardı Yedi denize
Çıktı gökyüzüne
İndi yeryüzüne
Kendi elleriyle kazıp kendi mezarını
Kaf Dağı'na gömdü cesedini...

Kanı çiçeklere sudur
Bereleri yaralara deva
Eti tohumlara gübre
Ağıdı rüzgarlara türkü…
Ruhunun zinciri boşandı
Ne yerde uçar
Ne gökte yürür...

Mavi de değil, mavi bile değil ki


Ben ki küçükken vuruldum
Öldüm havaya savruldum
Küllerimden kendimi doğurdum
Tuttum bir sürüye katıldım
Kaf Dağı'na varmadan ayrıldım
Ayrılıp rüzgarlara sürüldüm…
Fırat suyu içtim
Söğüt yaprağı yedim
Bir yüreğin sezisine vuruldum
Vurulup yere düştüm
Kanatlarımı yaktı güneş
Bağrıma saplandı 7 Bıçak
Bağıracakken sustum
Yüreğime değen 7 Bıçak
Baktım, aradığımı buldum
Ben bundan sonradır
Ağzım dilim lal
Ben bundan sonradır
Her acıya güldüm...

Kana kana. Kanarak. Kanayarak.

Oğuzhan Keskin

*Okunulası insan,edebiyattaş...


Suskun Histeri

19 Mayıs 2009 Salı

Utanıyorlar mıdır acaba şimdi? Hani o, ziyaretine gelenleri selamlamak için başını, boynunu sarıp cama çıktığında, “Hayatını örtü düşmanlığına adadı. Ömrünün son döneminde başörtü takmaya mecbur kaldı” diye yazanlar...
“Evi basıldığında ağır hasta görüntüsü vermişti, tarikatlara söverken ise turp gibiydi” diye yalan düzenler...
“Konu Müslümanlık olunca hastalığını unutuyor” diyerek onu hedef gösterenler...
“Battaniyesini atıp konsere koştu” başlığıyla onu kendileriyle karıştırıp takiyeci ilan edenler...
Evini basıp 20 yıllık ajandalarını götürenler...
Din, her şeyden önce vicdansa...
Yürekleri hepten çöl olmadıysa...
Şeytan ruhlarını esir almadıysa...
Vicdan azabı çekerler mi?
Bir özür dilerler mi?
* * *
Türkan Saylan, bu ülkenin yüz akıydı.
Ancak samimiyetle inanmış insanlarda rastlanabilecek bir feda kültürünün son temsilcisi...
İnsanların yardımına koşmak, cehaletle savaşmak uğruna koşulsuz kendinden vazgeçecek bir örnek insan...
İçi boşaltılmış “ahlak” kavramının etten, kemikten hali... Demokrasiden taviz vermeyen laiklik hassasiyetinin sesi...
Bir eğitim mücahidi...
“Annesi Hıristiyan, kendisi misyonerdir” diyenler annesinin Müslümanlığa geçiş belgesi karşısında başlarını öne eğmişler midir acaba?
“Kendini acındırmak için hasta taklidi yaptığını” söyleyenler ölümü karşısında günaha girdiklerini fark edip hicap duymuşlar mıdır?
* * *
Tek başına bir toplumun kaderini değiştiren insanlar vardır; Türkan Saylan, onların başında anılacaktır.
Onunla ilk görüşmemiz, 15 yıl önceydi. “Sarı Zeybek”e Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin verdiği ödülü onun elinden almıştım.
Son görüşmemizde “Kardelenler” için bir kampanya filmi planlıyorduk birlikte... Ve o yine, hepimizi hayranlığa sürükleyen bir enerjiyle, Anadolu’daki kızların durumunu anlatıyordu.
“Anadolu’yu küçücük katkılarla değiştirmek mümkün” diyordu.
“Bir kızın özgürlüğünün bedeli 200 YTL” idi.
Bulabildiği her kuruş, onun için kurtarılmış kızlar demekti.
* * *
Hasta halinde evinin basılması ve derneğinin yöneticilerinin, arşivinin götürülmesi, Ergenekon’un dönüm noktası oldu; soruşturmanın zihni arka planını ortaya koydu.
“Çağdaş Yaşam”, cami duvarıydı soruşturmanın...
Saylan’a dokunulmasını kimse onaylamadı; birkaç vicdansız hariç... Onlar da bir süre insafsızlıklarıyla hatırlanacak, sonra unutulup gideceklerdir.
Radyoaktiviteyi keşfeden, iki Nobelli Marie Curie, 1911’de Fransız Bilimler Akademisi’ne üyelik için davet edildiğinde bir gazete “O Fransız değil, Yahudidir” diye yazmıştı. Yayın etkili olmuş, Madam Curie Akademi’ye alınmamıştı.
Ne oldu?
Fransız Bilimler Akademisi’ne ilk kadın üye, ancak 68 yıl sonra, 1979’da seçilebildi.
Yalan kampanya yürüten gazete, halen tarihin çöplüğünde serili...
“Madam Curie” adı ise tarihi ışıtıyor. Türkan Saylan için de öyle olacak.
Adı, imdadına yetiştiği kızların yüreğinde ve hayatını adadığı ülkenin vicdanında yaşayacak.
Ruhu ise, ancak cehalete karşı açtığı savaş sonuçlandığında huzura kavuşacak.

Can Dündar

11 Mayıs 2009 Pazartesi

haliç'te bir vapuru vurdular dört kişi
demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu
dört bıçak çekip vurdular dört kişi
yemyeşil bir ay gökte dağılıyordu

deli cafer ismail tayfur ve şaşı
maktulün onbeş yıllık arkadaşı
üçü kamarot öteki aşçıbaşı
dört bıçak çekip vurdular dört kişi

cinayeti kör bir kayıkçı gördü
ben gördüm kulaklarım gördü
vapur kudurdu kuduz gibi böğürdü
hiç biriniz orada yoktunuz

demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu
on üç damla gözyaşını saydım
allahına kitabına sövüp saydım
şafak nabız gibi atıyordu
sarhoştum kasımpaşa'daydım
hiç biriniz orada yoktunuz

haliç'te bir vapuru vurdular dört kişi
polis kaatilleri arıyordu
deli cafer ismail tayfur ve şaşı
üzerime yüklediler bu işi
sarhoştum kasımpaşa'daydım
vapuru onlar vurdu ben vurmadım
cinayeti kör bir kayıkçı gördü

ben vursam kendimi vuracaktım



Attila İlhan

28 Nisan 2009 Salı

Bulutlar Adam Öldürmesin

Analardır adam eden adamı
aydınlıklardır önümüzde gider.
Sizi de bir ana doğurmadı mı?
Analara kıymayın efendiler.
     Bulutlar adam öldürmesin.

Koşuyor altı yaşında bir oğlan,
uçurtması geçiyor ağaçlardan,
siz de böyle koşmuştunuz bir zaman.
Çocuklara kıymayın efendiler.
     Bulutlar adam öldürmesin.

Gelinler aynada saçını tarar,
aynanın içinde birini arar.
Elbet böyle sizi de aradılar.
Gelinlere kıymayın efendiler.
     Bulutlar adam öldürmesin.

İhtiyarlıkta aklına insanın,
tatlı anıları gelmeli yalnız.
Yazıktır, ihtiyarlara kıymayın,
efendiler, siz de ihtiyarsınız.
     Bulutlar adam öldürmesin.


Nazım Hikmet Ran

21 Nisan 2009 Salı

...Öyle yıkma kendini,
   Öyle mahzun, öyle garip...
   Nerede olursan ol,
   İçerde, dışarda, derste, sırada,
   Yürü üstüne - üstüne,
   Tükür yüzüne celladın,
   Fırsatçının, fesatçının, hayının...
   Dayan kitap ile
   Dayan iş ile.
   Tırnak ile, diş ile,
   Umut ile, sevda ile, düş ile
   Dayan rüsva etme beni.

   Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
   Namuslu, genç ellerinle.
   Kızlarım,
   Oğullarım var gelecekte,
   Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
   Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
   Gözlerinden,
   Gözlerinden öperim,
   Bir umudum sende,
   Anlıyor musun ?...


Ahmed Arif

6 Nisan 2009 Pazartesi

Don't come to me with forevers
I love you more with each new day
But there is nothing everlasting
And Death blows promises away

Don't tell me I don't have no secrets
There's still a place I wanta be
There's still a path I haven't wandered
But I'm afraid of where it leads

Let me hold your hands
Your arms, your sides
The small of your back
Your shoulders and
Your wrists, your thighs
Your ankles and I'll
Find my way inside
You say I don't deserve emotions
That my devotion isn't true
You say I gotta find my place
Well my place is inside of you

So don't be hasty in your judgment
Don't pull the bag over my head
For there are many here who hunger
And there are many who despair

Lay down your arms
Your hair, your gown
The scroll of your spine
Hand me your head
Your waist, your breath
Your nipples and I'll
Find my way inside



*Flowers From The Man Who Shot Your Cousin

1 Nisan 2009 Çarşamba

Üvercinka

Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye
Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalsa seninle yatmak günah daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dahil

Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Bir çok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

Birlikte mısralar düşürüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajı'nda akşam üstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil


Cemal Süreya

Kısa Türkiye Tarihi

I

Şelaleye
Düşmüştür
Zeytinin dalı;
Celaliyim
Celalisin
Celali.


II

Üç anayasa
ortasında büyüdün:

Biri akasya
Biri gül
Biri zakkum.


III

Türkiye'nin adı,
Soyadı yasasından beri
Atatürk adından
Soyutlanamadı:

1930'lu yıllarda
Etitürkiye;

1940'lı yıllarda
Atetürkiye;

1950'li yıllarda
Uditürkiye;

1960'lı yıllarda
Ötetürkiye;

1970'li yıllarda
Atatürkiye;

1980'li yıllarda
Aditürkiye;

Mavi yolculuklar var bir de
O yunani o güzel yolculuklarda,
Hemen her zaman:
Adatürkiye.


IV

O yıllarda ülkemizde
Ceşitli hükümetlerle
Yetmiş iki dilden
İkisi yasaklanmıştı:

İkincisi Türkçe.


V

Kahvede subay yok,
Bu nasıl iştir.

Cemal Süreya

9 Mart 2009 Pazartesi


Türkiye ziyaretini izlediğim ilk Amerikan Dışişleri Bakanı Alexandre Haig’di. 1981 sonunda gelmişti.
Türkiye yangın yeri gibiydi.
Arkadaşlarımız içerde, işkencedeydi. Siyaset, sendikalar, basın tamamen susturulmuştu. Rejimin ipleri Washington’un elindeydi.
Gazeteciler, Haig’in ağzından “insan haklarına da biraz özen gösterin” türü bir cümle alabilmek için çırpınıyordu. Ama bu çabalar, “stratejik ortaklık bağı”nın duvarına çarpıyordu:
Sonradan ABD’nin o ortaklığa halel gelmesin diye nasıl NATO bünyesinde kontrgerilla teşkilatı kurduğunu, güvenlikçilere nasıl işkence kursları verdiğini, nasıl 1 Mayıs 1977 türü provokasyonlara imza attığını öğrenecektik.
* * *
Şimdi şu hale bakın:
Aradan 28 sene geçmiş.
Son gelen Amerikan Dışişleri Bakanı, Türkiye Başbakanı’nın eline bir “İnsan Hakları Raporu” tutuşturuyor.
İçinde ne ararsanız var: Basına baskılar, gözaltında kayıplar, işkence uygulamaları, yolsuzluklar...
Hele raporun “1 Mayıs bölümü”nü okuyunca aklım başımdan gitti:
“Kimliği meçhul kişilerin kalabalığın üzerine açtığı ateş sonucu 30’u aşkın göstericinin öldürüldüğü kanlı işçi bayramının yıldönümünde Taksim’e çıkan işçilere polis aşırı güç kullandı” diyordu rapor...
Kimlerdi acaba 31 yıl önce “Kahrolsun ABD emperyalizmi” diye yürüyen işçilerin üzerine ateş açan o “kimliği meçhul kişiler”?
O silahları nereden bulmuşlardı?
Nasıl öyle kolayca ortadan kaybolmuşlardı?
* * *
Devir değişiyor:
30 yıl önce “Katil ABD” diye yürürken katledilen işçilerin hakkını, bugün ABD Dışişleri Bakanlığı savunuyor.
Türkiye’de Gladio’yu kuran imparatorluk, şimdi yazdığı raporda “Ergenekon çetesi”nden söz ediyor.
Vereceği röportajda hangi soruların sorulup hangilerinin sorulamayacağına bizzat müdahale eden Amerikalı Bakan, Türkiye’ye basın özgürlüğü dersi ve “eleştiriye tahammül” mesajı veriyor.
Irak’ta aylardır insanlık tarihinin en büyük insan hakları suçlarını dünyanın gözü önünde işleyen ülke, Türkiye’nin insan hakları sicil amiri rolüne soyunuyor.
Ve Türkiye, “Acaba bize yine ılımlı İslam ülkesi” diyecek mi; “Nisanda ‘soykırım’dan söz edecek mi” diye, büyük müttefikinin ağzının içine bakıyor.
* * *
“Siz desteklemeseniz o darbeler olmaz, o işkenceler yapılmaz, bu hükümetler kurulmaz, basın özgürlüğü böyle ayaklar altında olmaz” diyemiyoruz.
“İnsan haklarını bir de Irak’ta 15 yaşında ırzına geçip öldürdüğünüz çocukların ailelerine sorun” demiyoruz.
Çünkü kendimizi içerde yalnız ve savunmasız hissediyoruz.
Sam Amca nihayet hakkımıza, hürriyetimize sahip çıkıyor diye mutlu oluyoruz.
Hillary Yenge AB reform paketini sordu diye seviniyoruz.
Tutuklu Ergenekoncu “Valla Amerikancıyım” diyerek tahliye oluyor.
Sıkıştırılan medya, hükümete yapılacak dış baskıdan medet umuyor.
İşçiler, 30 yıl önce “Kahrolsun Amerika” diye yürürken üzerlerine kurşun yağdırılan meydanda, “Yaşasın Obama” pankartıyla yürümeye hazırlanıyor gelecek 1 Mayıs’ta...
Acınacak halimize gülüyoruz.



Can Dündar

27 Şubat 2009 Cuma

Önce bir ellerin vardı yalnızlığımla benim aramda
Sonra birden kapılar açılıverdi ardına kadar
Şarabın yanısıra felekte bir Cumartesi
Gözlerin, onun ardından yüzün, dudakların
Sonra her şey çıkıp geldi

Yeni çizilmiş gözlerinle namuslu, gerçek
Bir korkusuzluk aldı yürüdü çevremizde
Sen çıkardın utancını duvara astın
Ben masanın üstüne koydum kuralları
Her şey işte böyle oldu önce


Cemal Süreya

29 Ocak 2009 Perşembe

I hurt myself today
to see if I still feel
I focus on the pain
the only thing that's real
the needle tears a hole
the old familiar sting
try to kill it all away
but I remember everything
what have I become?
my sweetest friend
everyone I know
goes away in the end
and you could have it all
my empire of dirt

I will let you down
I will make you hurt

I wear this crown of thorns
upon my liar's chair
full of broken thoughts
I cannot repair
beneath the stains of time
the feelings disappear
you are someone else
I am still right here


Johnny Cash

28 Ocak 2009 Çarşamba

“the man who has begun to live more seriously within begins to live more simply without.”



Ernest Hemingway

25 Ocak 2009 Pazar

bir martıyı ağlattın işte
bir çocuk garanti intihar eder artık
kütür kütür küfrediyor gece imanıma
bir yaprak kırılıp suya düşüyor
su yaralanıyor su kanıyor şelale!

ah nasıl titredim tensiz
bir piyanist büküldü sanki
kesişen ayrışık doğrular gibi
çarpışıverdim yüzünle. Yüzün
öyle düzgün suna bir elyazısı
yüzün yüzüme aksedince
yüzün ayna alnımda
yüzün uzun hüzünlü bir alınyazısı!

bitmemiş bir ömrün yalanısın
sen: kâbuslarımın tabiri
çocukluğumun arta kalanısın!
öldüreceğim kendimi dudaklarınla
dudakların etle, şehvetle seferber
sen! bana inen son kutsal kitap
son fakir yatır
son aciz peygamber!

bir martıyı ağlattın işte
bir çocuk garanti intihar eder artık



Küçük İskender

13 Ocak 2009 Salı

Gözlerimin önünde hep aynı beyaz ev.
Her dağ yamacına kurduğum,
Beliren her su kenarında,
Pembe damlı, yeşil pancurlu, balkonlu,
Balkonuna tırmanan sarmaşık.
Gece, pencerelerinden sızacak ışık,
Kışın tütecek bacası.

Kapıyı ittiğinde çalacak bir çıngırak.
-Duyuyorum o sesi şimdiden, berrak-
Geçecegim yol, çıkacağım üç basamak,
Ellerinden sıyırıp atacağım eldiven,
Her halin, gülüşün, kokun, bütün ruhunla sen!
Ah, bütün bir ömür bırakmayacağım el,
Okşayacağım saç, dinleyeceğim ses,
Bakmakla doymayacağım yüz...
Açık pancurlardan o gün dolacak gündüz,
O günkü hava,
Bir kapıyı açman, dolaşman sofada.
Şaşıracağım: Böyle gezinen kim?
-Evim! Evim!.. Ellerimle asacağım
Camlarına perdelerini.
Yatak odasında düsüneceğiz bir an
İki kişilik karyolanın yerini...
Yatak odamız, yemek odaşi, kiler
Raflarında ellerinle yapılmış reçeller.
Karşı karşıya oturacağımız sofra,
Sürahide ışıldayan su,
Yazın, rüzgâra koyacağımız testi;
Senin yatacağın öğle uykusu...
Sararacak bir yandan çardaktaki üzümler,
Kâh esecek rüzgâr, kâh dinleyeceğiz yağmuru,
Kâh karlarla bembeyaz kesilecek çimenler.
Hep geçireceğiz içimizden:
Hayat beraber, ölüm beraber...
Şu göklerin altında,
Olacağız o kadar bahtiyar



Ziya Osman Saba

8 Ocak 2009 Perşembe

Mutluluk, benim için artık doğuştan Allah’ın bana bağışladığı ve bir hak gibi, mesele etmeden benimsediğim bir şey olmaktan çıkmış; talihli, akıllı ve dikkatli insanların çalışarak elde edip koruyabildikleri bir nimete dönüşmüştü.


Masumiyet Müzesi

Orhan Pamuk

28 Aralık 2008 Pazar

itip beni
balıma dadanan bu çağı sevmedim



Gülten Akın

20 Aralık 2008 Cumartesi

Yazmayalı uzun zaman olmuş. Oysa en büyük sığınağımdı bir zamanlar, sıkıldıkça, sevindikçe, ağladıkça, güldükçe, kalabalıktan kaçıp, bir köşeye saklanıp uzun uzun yazmak... Terkeder oldum herşeyi hızla... Yerine yenileri geliyor, hoş da; biri diğerinin yerini alırken durup düşünmeye vakit olmuyor pek. Sanki hakem "üç" deyince koşmaya başlıyorsun, manzaralı bir yol kimi zaman koştuğun yol, ama hızlı koşmaya o kadar çok odaklanmışsın ki; manzaraya bakamıyorsun, baksan da görebildiğin o eski manzara olmuyor... "Görmek" bunu kesinlikle yitirmek istemezsiniz...


Eskiden daha kolaydı herşey, cennet bir köşedeyse, cehennem diğer köşedeydi. Yapman gereken tek şey: "seçmek" di... Şimdi herşey o kadar karıştı ki; ayıklamak zorundayız... İlk görüşte sizi büyüleyen mekanların, kısa zamanda cehenneme dönüşebileceğini biliyorum artık...


Ama yinede daha güzel bir şey biliyorum ki; cennet benim kontrolüm dışında, istediği zaman hayatıma girip çıkan bir şey değil. Burada! Benim avucumda!..


Tıpkı diğer avucumdaki cehennem gibi...

17 Aralık 2008 Çarşamba

Ağıtla başlarız yaşamaya
Konuşmadan önce sövmeyi biliriz
Yarısı alkışsa sözlüğümüzün
Gerisi ilenç
Bizim kadar çabuk hangi desti dolar
Akar hangi böğet
En gergin tel biziz
Amma
Kaç Eyüp şaşkına döner sabrımızdan
Dağları tutmuşuz boylarımızla
Ayakta bir halkız
Kentlerde simgemiz kondularımız
Bin duran uygarlık eskittik
"Göçtür göç" ü vuran davulumuz
Eskimemiştir.


Kente son kapıdan giriyoruz
Hava dingin değil, bastırılmış
Dul bir kadın sessizliğinde
Kavgadan iz yok
Düşman bildiğimiz düşman değil
Aman bu nasıl barış
Barışın böylesi görülmemiş
El işte, ağız yoklukta dalaşta
Kim açmış bunca okulu
Kim basmış bunca kitabı
Herkes ama herkes
Gözleriyle tükürmesini öğrenmiş

Kurtuluştan önce sardırın yokuşa
Bir yanınız Bülbülderesi
Altınız Bağlar Caddesi
Sürün, dizleriniz iyice kesilsin
Aman dediğiniz yerde düze vardınız
Sağda sıra sıra apartmanlar
Solda, İncesu'yla Esat arası
Derede tepede kondularımız
Çorum'dan, Sivas'tan, Kastamonu'dan
Yozgat'tan, Ankara dolaylarından
Öteki kentlerden köylerden
Bir bir, sonraları onar on beşer
Geldik
Geldik Seyranı kurduk.


Toprağa bağlıyız
Toprağa bağlıydık ama değildik onun kölesi
Efendisi de değildik.
Bitmeyen bir pazar kurduk
"Yazın başı pişenin
Kışın aşı pişer" diyerek
Aldık-verdik, alışverişe oturduk
Denge bozuluncaya dek
Ve denge bozuldu bir gün
Çekirgeyi hayladılar yazıya
Ot kalmadı koyununan kuzuya
Şeytan dakneşti işimize
Veriyoruz yine azalsa da
Alıyoruz yine
Ama bizde bir şeyler çoğalıyor
Dipsiz kuyulara dönüyoruz, masal devlerine
Ne versen aç, ne giydirsen çıplak


Öğütüyor değirmenlerimiz: Gerek gerek gerek
Motor gerek okul gerek su gerek
Radyo gerek asfalt gerek cam gerek
Beylerimiz kadar güç gerek
Ne bir eğsik, ne bir artık
Tabancalar alıyoruz
Kimin için? Bunu bilmediğimizden
Birbirimizi vuruyoruz
Damlara düşüyor, damlardan çıkıyor
Askere gidiyor, dönüyoruz
Gurbete gidiyor dönüyoruz
Gurbete gidiyor dönüyoruz
Gurbete gidiyor dönüyoruz
Sonra dönmüyoruz bir gün
Kondularımızı kuruyoruz.



Gülten Akın

4 Aralık 2008 Perşembe

...Kadınlar,
Bir dokunuşta insanı ihya edebilir,
Ya da dokundukları herşeyi öldürebilirler
Ben ölüyorum...

Charles Bukowski

3 Aralık 2008 Çarşamba




...Ben seni de hiç sevmedim adem
Doğruyu duymak istiyorsun madem
Alt tarafı bir elma yedik beraber
Zehir-i zıkkım oldu bize bal badem...



Sezen Aksu

2 Aralık 2008 Salı

çok fazla
çok az
ya da çok geç

çok şişman
çok zayıf
ya da çok kötü

kahkaha
ya da gözyaşı
ya da kusursuz
kayıtsızlık

nefret edenler
sevenler

ellerindeki şarap şişelerini sallayarak
önlerine çıkanları süngüleyip
kadınların ırzına geçen ordular

ya da ucuz bir pansiyon odasında
Marilyn Monroe'nun fotoğrafıyla yaşayan bir ihtiyar

o denli büyük ki dünyadaki yalnızlık
onu saatin kollarının ağır hareketlerinde
bile görebilirsiniz.

o denli büyük ki dünyadaki yalnızlık
onu Vegas'ta, Baltimore'da ya da Münih'te
yanıp sönen neon ışıklarında görebilirsiniz.

insanlar yorgun,
hayat tarafından cezalandırılmış,
ya sevgiyle ya da sevgisizlikle
sakatlanmış.

yeni hükümetlere ihtiyacımız yok
yeni devrimlere ihtiyacımız yok
yeni kadınlara ihtiyacımız yok
yeni yollara ihtiyacımız yok
şevkate ihtiyacımız var.

müşfik davranmıyoruz
birbirimize.
müşfik davranmıyoruz.

korkuyoruz.
nefretin gücü simgelediğini
sanıyoruz.
cezalandırmanın
sevgi olduğunu.

daha az sahte bir eğitim bize gereken
daha az kural
daha az polis
ve daha iyi öğretmenler.

bir odada
bir başına acı çeken
öpülmemiş
dokunulmamış
bir başına bitki sulayan
olsa da çalmayacak
bir telefondan yoksun
insanın dehşetini unutuyoruz.

müşfik davranmıyoruz birbirimize
müşfik davranmıyoruz birbirimize
müşfik davranmıyoruz birbirimize

boncuklar sallanır, bulutlar örter
köpekler gül bahçesine işer
bir çocuğun kafasını koparır cani
dondurma külahından bir ısırık alır gibi
okyanus bir gelip
bir giderken
anlamsız bir ayın esaretinde.

müşfik davranmıyor insanlar birbirine.


Charles Bukowski

25 Kasım 2008 Salı

yaşamak görevdir yangın yerinde
yaşamak insan kalarak..




Metin Altıok

Sivas Katliamı. Madımak Oteli. 1993...
---------------------------------------------------------------------------------------------------












Bedenim üşür, yüreğim sızlar.
Ah kavaklar, kavaklar...

Beni hoyrat bir makasla
Eski bir fotoğraftan oydular.

Orda kaldı yanağımın yarısı,
Kendini boşlukla tamamlar.

Omuzumda bir kesik el,
Ki durmadan kanar.

Ah kavaklar, kavaklar...
Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar.






-------------------------------------------------------------------------------------------------------------





Durmadan avuçlarım terliyor,
İnildiyor ardımdan
Girdiğim çıktığım kapılar.
Trenim gecikmeli, yüreğim bungun,
Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.


Dolanıp duruyorum ortalıkta.
Kedim hımbıl, yaprak döküyor çiçeğim,
Rakım bir türlü beyazlaşmıyor.
Anahtarım güç dönüyor kilidinde,
Nemli aldığım sigaralar.
Ne zaman bir dosta gitsem
Evde yoklar.

Kimi zaman çocuğum,
Bir müzik kutusu başucumda
Ve ayımın gözleri saydam.
Kimi zaman gardayım
Yanımda bavulum, yılgın ve ihtiyar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.

Bekliyorum bir kapının önünde,
Cebimde yazılmamış bir mektupla.
Bana karşı ben vardım
Çaldığım kapıların ardında,
Ben açtım, ben girdim
Selamlaştık ilk defa.


-----------------------------------------------------------------------------------------------------------

Benim bu dünyada bir yerim olmadı,
Kuytu gövdemi saymazsak eğer.
Gövdem ki varla yok arası,
Hem varlığa, hem yokluğa değer.
Ama yüreğim hiç solmadı.

Bir gül koklayayım izin verin de.

Ben yaşama da, ölüme de inandım;
Tamamlarlar sanırdım eksiklerimi.
Çarşıları hep birlikte gezerdik;
Biri dostumsa, sevgilimdi öteki.
İkisinin adını yanyana andım.

Bir soluk alayım izin verin de



Metin Altıok

19 Kasım 2008 Çarşamba

"...Semer seçilirken eşeğin fikri değil; ölçüsü alınır..."



*Üçüncü Harname
...Şimdi sen tam çağındasın yanına varılacak
Önünde durulacak tam elinden tutulacak
Hangi bir elinden güzelim hangi bir
Bir elinde kızlığın duruyor garip huysuz
Öbür elinde yetişkin bir günışığı
Daha öbür elinde kilometrelerce hürlük...


Cemal Süreya
Giderayak işlerim var bitirilecek,
giderayak.
Ceylanı kurtardım avcının elinden
ama daha baygın yatar ayılamadı.
Kopardım portakalı dalından
ama kabuğu soyulamadı.
Oldum yıldızlarla haşır neşir
ama sayısı bir tamam sayılamadı.
Kuyudan çektim suyu
ama bardaklara konulamadı.
Güller dizildi tepsiye
ama taştan fincan oyulamadı.
Sevdalara doyulamadı.
Giderayak işlerim var bitirilecek,
giderayak.

Haziran 1959


Nazım Hikmet Ran
...Kendimizden bir adadayız,
Dört yanımız başkalarından...


Özdemir Asaf

15 Kasım 2008 Cumartesi

Dogmalarla Savaşan Bir Lideri Dogma Haline Sokmak

Yıllar önce işsiz bir gencin protesto haberi çıkmıştı gazetede…
Şehir meydanındaki Atatürk heykelini rehin almıştı.
Silahı heykelin beynine dayamış, “Gelirseniz sıkarım” diye bağırıyordu.
Önce ne yapacaklarını bilemeyen polisler, genci teslim olmaya ikna etmişlerdi. Ertesi günkü gazetede işsiz gencin heykel önüne çiçek koyarak Atatürk’ten af dilediği duyuruluyordu.
* * *
Unutamadığım bir başka sahne de şu:
Bir sendika lideri, “Hükümet haklarımızı vermezse ne yapacağımızı biliyoruz” diyor.
Genel grev çağrısı yapacak sanıyorsunuz.
Ama hayır!
“Atatürk’e gidip Hükümet’i şikayet edeceklerini” söylüyor.
* * *
Anıtkabir’e gitmek, bir ulusun liderine duyduğu nihayetsiz saygının, sevginin göstergesi elbet…
Ama gidip “Çaresiziz Atam, kalk, yetiş” diye gözyaşı dökmek…
Kabri türbeye çevirmek, bu ziyarete uhrevi bir işlev atfetmek, ziyaret defterini şikayet defterine çevirmek?
Atatürk’ün iftihar edeceği bir toplum görüntüsü mü?
* * *
Mustafa Kemal, Samsun’da öğretmenlere “Dünyada uygarlık için, hayat için, başarı için, en gerçek yol göstericinin, bilim olduğunu, onun dışında yol gösterici aramanın cehalet sayılacağını” söylediğinde tarih 1924’tü.
1930’larda bu görüşünü daha da netleştiren şu çıkışı yaptı:
“Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır.”
Ve nihayet son Meclis konuşması:
“Bizim ilkelerimiz, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla bir tutulmamalıdır.”
* * *
Hayata böyle bakan bir lider için, diyelim her yıl akademik araştırma ödülleri vermek vs. yerine ne yapıyoruz? “Gökten” bir dağın üstüne çehresine benzer bir gölgenin düştüğü yerde anma etkinlikleri düzenliyoruz.
Manevi vasiyetinde “Ben size kalıplaşmış hiç bir kural bırakmıyorum” diyen bir liderin ülkesinde kimi gençlerin “Tek kaynak Nutuk’tur. Başka bir şey okumak ihanettir” noktasına gelmiş olması hazin değil mi?
En devrimci fikirlerini sansürleyerek Atatürk’ü muğlaklaştıranların, herkesin onu kendi işine geldiği gibi yorumlamasına ve kafaların hepten bulanmasına yol açması affedilebilir mi?
* * *
Kaçak inşaatını yıkmaya gelen dozerlerin önüne Atatürk resmiyle dikilen gecekondu ağası…
Atatürk’ü koruma adına hükümeti devirip kürsüde Atatürk ilkelerini Kur’an ayetleriyle açıklamaya çalışan darbeci…
Hala bir kütüphanesi, müzesi olmayan, tüm eserleri hala yayınlanamayan, bir türlü filmi yapılamayan, evleri, eserleri bakımsızlığa terk olunan lideri heykel dikerek yaşattığını sanan siyasetçi…
Bilimsel eser vereceğine rozet dağıtan akademisyen… Çocuklara onun dogmalara karşı mücadelesini anlatacağına, “Onu sevmek ibadettir” gibi sözleri ezberleterek onu dogma haline getiren öğretmen…
İşçileri örgütleyemeyince Atatürk’e giderek itibar arayan sendikacı…
Onu sahiplenmeyi İnternet’teki “Yüzyılın lideri” anketinde oy vermekten ibaret sanan gençler…
Hepsi, hepimiz onun “ilim ve akıl” için verdiği mücadeleyi ve orada nasıl “yalnızlaştırıldığını” yeniden düşünmeliyiz.
Laikliği Türkiye’ye kazandırmış lidere yaklaşımımızı laikleştirmenin tam zamanıdır.



Can Dündar


--------------------------------------------------------------------------------------



Geçen gün Turgut Özakman’ı televizyonda bizim Mustafa filminden sahneler üzerinde yorum yaparken görünce çok üzülmüştüm.
Çünkü filmi izlemediğini biliyordum.
Ankara galasına bizzat davet ettiğim halde gelememişti. Sonradan karşılaştığımda da “Gelemedim, ama en kısa zamanda izleyip seni arayacağım, fikrimi söyleyeceğim” demişti.
Araya zaman girdi. Filmle ilgili asılsız eleştiriler aldı yürüdü. Filmde olmayan sahneler bile bu İnternet-medya kampanyasında suçlama için kullanıldı.
Sonunda Mehmet Ali Birand 32. Gün’de, “Mustafa” tartışması için Turgut Özakman’la beni davet edince, dün kapısını çaldım, “Hocam gelin şu filmi birlikte izleyelim” dedim.
“Memnuniyetle” kabul etti ve beni evine buyur etti.
Kitaplar, anılar, yorumlar arasında unutulmaz 4 saat geçirdik birlikte…
* * *
Özakman, annemin Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nden çalışma arkadaşıdır.
Bir kez daha yazmıştım, annem sigara içmeye onun yanında alışmış; yıllarca da tiryaki olarak kalmıştı. O yüzden “Şu Çılgın Türkler”den önce de bizim evde hep “kulakları çınlatılan”, saydığımız bir aile büyüğü gibidir.
Ankara Or-an sitesindeki evinde bu sıcaklıkla karşıladı beni…
Eleştirilerin hepsini okumuştu. Hatta biraz da şaşırmıştı.
Kuşkuluydu.
“Seyredeceğim. Beğenirsem söylerim, beğenmezsem de söylerim, haberin olsun” dedi.
Zaten aksi düşünülebilir miydi?
* * *
Birlikte izlemeye koyulduk.
İzledikçe gözlerine inanamadı.
“Böylesine acımasızca yerden yere vurulan, hakkında kampanyalar açılan film bu mu”ydu?
“Ne vardı ki bunda?”
“Hayret…hayret…hayret…” diye tepkisini gösterdi Turgut Hoca…
Bu kampanyanın nasıl açıldığına inanamadığını söyledi.
Önündeki İnternet mesajlarında suçlanan sahneler, filmde yoktu bile…
İzlerken sorular sordu, notlar aldı.
Eleştirileri, katılmadığı noktalar yok muydu?
Vardı; hem de pek çoktu.
Ama bunun iyi niyetli ve titiz bir çalışma olduğunu, bir “ilk film” olmasından kaynaklanan kimi beklentileri karşılayamamasının doğal sayılacağını, bazı küçük düzeltmeler yapılsa çok daha amacına uygun bir film haline gelebileceğini söyledi.
Bazı şeylerin söylenmesini “erken” ya da “zamansız” buluyordu. Bazı bilgilerin şu ortamda Atatürk’e zarar vermesinden korkuyordu. Ama film aleyhine karalama kampanyası yürütenlere, “Bu filme gitmeyin” diyenlere kesinlikle hak vermiyordu.
* * *
Bunları, dün akşamüzeri banda kaydedilen, bu akşam yayınlanacak “32. Gün” programında da söyledi:
Bütün eleştirilerini, maddi hata saydığı yerleri, yanlış anlaşılmasından endişelendiği sahneleri, kendi deyimiyle “bir hoca gibi, bir baba gibi”, müşfik bir yaklaşımla birer birer, madde madde sıraladı. Düzeltilmesini istedi.
Cevaplarımı sabırla, anlayışla dinledi.
Ama sonunda “filme haksızlık edildiğini” söyledi; büyük emek ürünü olduğunu teslim etti.
“Dediğim noktaları mutlaka düzelt. Ben de eşimi alıp sinemada da izlemeye gideceğim” diyerek beni uğurladı.
Torunu da filme gitmemiş, ama filmde Atatürk’ün sigara tiryakisi gibi gösterildiği duymuş, üzüntüsünü dedesine söylemişti.
“Seni görse sana da söyleyecekti” dedi Turgut Hoca…
“Ben de onu görsem, dedesinin anneme kötü örnek olduğunu söylerdim” dedim; bir kahkaha attı.
“Film, Atatürk’ü sigara içerken gösteriyor” diye bana dava açanların, evlerde sigara içki içerek çocuklarına kötü örnek olan ana babalara da dava açması gerekmiyor muydu?
Filmi eleştirmek için program yapanların, makale yazanların, söz söyleyenlerin, “meslek etiği gereği” önce eleştirdikleri filmi görmeleri gerekmiyor muydu?
Özakman’ın evinden ayrılırken hem yarım yüzyılın imbiğinden süzülmüş bir birikimden yararlanmanın gururunu taşıyordum, hem de (nihayet) filme ilişkin derli toplu, akademik bir değerlendirme dinlemiş olmanın keyfini…
Aklımda, giderayak şefkatle kulağıma fısıldadığı şu söz kaldı en çok:
“Sabır… ya sabır!”

Can Dündar

14 Kasım 2008 Cuma

Hayatın içine doğru yürüdüğünde büyük bir uçurumun başına geleceksin. Atla! Sandığın kadar geniş değildir.


Çocukluktan yetişkinliğe adım atan gence öğüt,
Zuni Kabilesi




*Kızılderili Hikmetleri Kitabından
Mi Taku Oyasin (Hepimiz Akrabayız)
Ayşe Göktürk Tunceroğlu

11 Kasım 2008 Salı

everybody knows that the dice are loaded
everybody rolls with their fingers crossed
everybody knows that the war is over
everybody knows the good guys lost
everybody knows the fight was fixed
the poor stay poor, the rich get rich
that's how it goes
everybody knows

everybody knows that the boat is leaking
everybody knows that the captain lied
everybody got this broken feeling
like their father or their dog just died

everybody talking to their pockets
everybody wants a box of chocolates
and a long stem rose
everybody knows

everybody knows that you love me baby
everybody knows that you really do
everybody knows that you've been faithful
ah give or take a night or two
everybody knows you've been discreet
but there were so many people you just had to meet
without your clothes
and everybody knows

everybody knows, everybody knows
that's how it goes
everybody knows

and everybody knows that it's now or never
everybody knows that it's me or you
and everybody knows that you live forever
ah when you've done a line or two
everybody knows the deal is rotten
old black joe's still pickin' cotton
for your ribbons and bows
and everybody knows

and everybody knows that the plague is coming
everybody knows that it's moving fast
everybody knows that the naked man and woman
are just a shining artifact of the past
everybody knows the scene is dead
but there's gonna be a meter on your bed
that will disclose
what everybody knows

and everybody knows that you're in trouble
everybody knows what you've been through
from the bloody cross on top of calvary
to the beach of malibu
everybody knows it's coming apart
take one last look at this sacred heart
before it blows
and everybody knows

everybody knows, everybody knows
that's how it goes
everybody knows


Leonard Cohen

9 Kasım 2008 Pazar

Hayat bayram olsa yada yarın hiç olmasa
Gözlerini açsan penceremden baksan
Güneş yüzüne doğsa
Olmuyor istediğimiz gibi olmuyor
Genellikler içindeyiz öznellik görünmüyor
Sözün dilim olsa yada neden hiç olmasa
Ellerimi açsam gözlerimden baksan
Yoluna güneş doğsa
Olmuyor istediğimiz gibi olmuyor
Genellikler içindeyiz öznellik görünmüyor


Murat Çelik


Düş Sokağı Sakinleri

Suzanne takes you down to her place near the river
You can hear the boats go by
You can spend the night beside her
And you know that she's half crazy
But that's why you want to be there
And she feeds you tea and oranges
That come all the way from China
And just when you mean to tell her
That you have no love to give her
Then she gets you on her wavelength
And she lets the river answer
That you've always been her lover
And you want to travel with herAnd you want to travel blind
And you know that she will trust you
For you've touched her perfect body with your mind.


Leonard Cohen

8 Kasım 2008 Cumartesi

Demişler ki, haram nedir bilmez hayyam.
Ben haram ile helalı karıştırmam.
Dost ile içilen 'şarap' helaldir,
'Puşt' ile içilen su bile haram...


Ömer Hayyam

7 Kasım 2008 Cuma

Berfinim,
içimin güler yüzü,
yaşanılası iklimim hoşgeldin.

(adımın çapraz yazılması kimin
umrunda...
denize düşen yılana öykünür
biraz da...)

bir aralık sızıverdin işte
ömrümüzün en gevrek zamanı...
çıt diyor kırılıyoruz,
öfke kadar saydamız o zamanlar
ve kırılgan
bıçak kadar!

kızım demeyi öğrettiğin için
o tanrısal kokun
ve gülüşündeki baban için

ki hala zilleri çalıp kaçmak istiyorduk
yarım yamalak aşk kırıntıları
tabakta bırakılmış, yazık atılacak bir sevda
haritası,
hatta el değmemiş delilikler istiyorduk...
çocuktuk daha
büyümeye direniyorduk,
iş toplantılarında lolipop zamanlar düşlüyorduk

ama sızıverdin işte...
bir avuç yeşil gevrek rokaydık,
mayışmamıza bir limon yetecekti...
biz garsonu bekliyorduk,
sen çıkageldin...

hoşgeldin berfinim...
kızım kızgınlığım...
bilmiyorduk daha,

objektiflerin objektif olmadığını,
ikimize yeter sanıyorduk ikimizin toplamı,
meğer doyurmak çok zormuş
içimizdeki hayvanı...

habersiz geldin, kusura bakma
ortalık biraz dağınıktı...
şimdi hemen toparlarız sanıyorduk,
olmamıştık daha...

işin zor kızım,
hem büyüyecek
hem bizi büyüteceksin...
baban mı var, derdin var kızım...

hoşgeldin kızım,
içimin gülen yüzü, hoşgeldin...


Yılmaz Erdoğan
kokladığın gülün kokusu kalmış sende
bıraktığın denizin tuzu
geçtiğin iklimlerin masalı sinmiş üstüne
kuzeydeki pencere açık
göçebe bin bir gece

sözcükler sökülmüş bir anıyı
ne kadar tamamlayabilirse
bir andır eski defterlerin
güneşinden vurur yüzüne
yazsam olmaz dersin
kimi zaman sırf bunun için
yazmaya değerse de
kuzeydeki pencereyi açarken
yere düşen defterden görünür:
eksik kule, yırtık nehir
sımsıkı kapatmış olsak da
bizi ürperten anıları hayatımızın
eski defter ya da kuzeydeki pencere


Murathan Mungan
Bir gün baksam ki gelmişsin...
Bir güvercin gibi yorgun uzaklardan yar.
Gözlerinde bir bitmez, bir tükenmez güzellik
Saçlarında ilkbahar...

Bir gün baksam ki gelmişsin...
Gülüşünde taze serin bir rüzgar
Ellerin yine eskisi kadar güzel
Çiçek açmış dokunduğun bütün kapılar...

Bir gün baksam ki gelmişsin...
Hasretin içimde sonsuzluk kadar.
Şaşırmış kalmışım birdenbire çaresiz.
Dökülmüş yüreğime gökyüzünden yıldızlar.

Bir gün baksam ki gelmişsin...
Ne yüzünde bir gölge, ne dilinde sitem var.
Tozlu pabuçlarını gözlerime sürmüşüm
Benim olmuş dünyalar...


Yavuz Bülent Bakiler
Seni elinden tutmuştum --- yaz geçiyordu
Yaz geçiyordu, biz geçiyorduk
Yazı elinden tutmuştuk

Birazdan geleceksin, bakışacağız
Bakışacağız, hem var hem yok gibi
Hem var hem yok gibi öpüşeceğiz

Aramızda söylenmemiş sözlerin uzaklığı
Aramızda yaşanmamış şeylerin uzaklığı
Yakın ayrılıkların sezgisi tenimizde

Hayat geçiyor biz geçiyorduk
Bir denizin üzgün kıyısında
Güz bir hastalık gibi ilerliyordu

Olgun ışığıyla güz
Ve biz yaklaşan ayrılıkların önünde
Kış duygularına bürünmüşüz

Dışardan ağlayışı geliyor çocuğumuzun


Ataol Behramoğlu
Bir menekşe duyuyorum ellerimsiz
O kadar güzel ki, Amerika bile güzel
Sen bile güzelsin bensizce
Atomlar bile güzel
Moleküller bile
Toplanıp ayak oluyorlar bende
Ağız oluyorlar biraz
Diş oluyorlar keskince
İki göz parlakça
On tırnak sivrice.

Bir menekşe duyuyorum ellerimle
Bir molekül duyuyorum
Bir atom
Korkunç
Birleşip ayak olmuyorlar bende
Ağız, diş, tırnak
Göz olmuyorlar
Hep birden,
Hep birden bir şey oluyoruz işte

Ağzı, burnu, elleri, kolları
O korkunç güzelliğe karşı.

Edip Cansever

19 Ekim 2008 Pazar

Hello darkness, my old friend,
Ive come to talk with you again,
Because a vision softly creeping,
Left its seeds while I was sleeping,
And the vision that was planted in my brain
Still remains
Within the sound of silence.

In restless dreams I walked alone
Narrow streets of cobblestone,
neath the halo of a street lamp,
I turned my collar to the cold and damp
When my eyes were stabbed by the flash of
A neon light
That split the night
And touched the sound of silence.

And in the naked light I saw
Ten thousand people, maybe more.
People talking without speaking,
People hearing without listening,
People writing songs that voices never share
And no one deared
Disturb the sound of silence.

Fools said i,you do not know
Silence like a cancer grows.
Hear my words that I might teach you,
Take my arms that I might reach you.
But my words like silent raindrops fell,
And echoed
In the wells of silence

And the people bowed and prayed
To the neon God they made.
And the sign flashed out its warning,
In the words that it was forming.
And the signs said, the words of the prophets
Are written on the subway walls
And tenement halls.
And whisperd in the sounds of silence.

Simon & Garfunkel

16 Ekim 2008 Perşembe

Acı çekeceğiz elbet. Ama önemli olan "yine de mutluyum." demek değil mi Kemal?


Orhan Pamuk

Masumiyet Müzesi' nden

10 Ekim 2008 Cuma

Bir kadın çocuktur aslında..
Çocuk gibi davranmayı sever.
Erkeğin kendisine bir çocuğa gösterdiği şefkati göstermesini de
ister.
Bir çocuğu okşar gibi incitmekten korkarak okşamalıdır erkek
kadını Ama her kadın çocukça da olsa dinlenilmesini, dikkate alınmasını
ister.
Yani bir kadının çocukluk yapmasına izin vereceksiniz,
ama asla onu bir çocuk olarak görmeyeceksiniz.

Bir kadın güçlüdür aslında.
Hatta erkeklerden çok daha güçlüdür.
Ama bu gücünü her zaman ortaya koymasını sevmez.
İster ki erkeğin gücü kendisine huzur versin.
Kendi kendine yapabileceği şeyleri bile erkeğin yapmasını bekler.
Böylece hem daha kadın
olduğunu hissedecektir hem de erkeğinin ne
kadar güçlü olduğunu görecektir.
Ancak kadın gücünü göstermek istediğinde onu engelleyemezsiniz.
Yapmak istediği bir şey varsa mutlaka yapar.

Bir kadın sevgilidir aslında.
İçinde her zaman sevgiyi taşır.
Sevdiklerinden kolay kolay ayrılamaz. Sevdiklerini kolay kolay
kıramaz.
Zor sever ama tam sever.
Bir kadının tam anlamıyla sevebilmesi için yüreğinin kabul
ettiğini beyninin de kabul etmesi gerekir.
Ve sevmezse de onu asla sevmeye zorlayamazsınız
Belki kolayca yüreğine girebilirsiniz.
Ancak beyninde yer etmemişseniz her an terk edilebilirsiniz. >
Sevmediği halde terk etmeyen kadınlar da var elbette.
Bunun nedeni ise engelleyemedikleri "acımak" duygusudur. > >
Bir kadın yalnızdır aslında.
Hiçbir zaman kadını
bütünüyle elde edemezsiniz.
Kendisine ait bir dünyası vardır ve orada hep yalnızdır
O dünyaya kimsenin girmesine izin vermez.
Hiçbir anahtar o dünyanın kapısını açamaz.
Yalnızlık onun sığınağıdır
O sığınağa ne zaman gireceğine, ne kadar kalacağına hep kendisi
karar verir.
Sığınaktayken oradan çıkmaya zorlarsanız onu sonsuza dek
kaybedebilirsiniz.

Bir kadın bilgindir aslında.
Neler yapabileceğini erkek akli hayal bile edemez.
Yaratıcılığının sınırı yoktur
Ama bunu ortaya çıkartmak için hayatinin erkeğini bekler. >
Hoyratça harcamaz yaratıcılığını sadece erkeğine saklar.
Bir kadının gerçek erkeği olmayı başarabilmişseniz çok
şanslısınız demektir.
Çünkü yaşamınız asla sıradan olmayacaktır.

Bir kadın hayattır aslında.
Çünkü hayatin içinde olan her şey
ancak kadınlar olduğunda anlam
kazanıyor.
Yemek yemek, su içmek bile.
Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi kendinize bardağı
doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyor musunuz?

Anlıyorsanız ne mutlu size. Anlamıyorsanız, ne yazık ki
yasamıyorsunuz.


Can Dündar

8 Ekim 2008 Çarşamba


Anası bir oğlancık doğurdu bana;
kaşsız, sarı bir oğlan,
masmavi kundağında yatan
bir nur topu, üç kilo ağırlığında.

Benim oğlan
dünyaya geldiği zaman,
çocuklar doğdu Korede,
sarı ay çiçeğine benziyorlardı.
Makartır kesti onları,
gittiler ana sütüne bile doymadan
Benim oğlan
dünyaya geldiği zaman,
çocuklar doğdu Yunan zindanlarında,
babaları kurşuna dizilmiş.
Bu dünyada ilk görülecek şey diye
demir parmaklığı gördüler.

Benim oğlan
dünyaya geldiği zaman
çocuklar doğdu Anadoluda,
mavi gözlü, kara gözlü, elâ gözlü bebeklerdi.
Bitlendiler doğar doğmaz
kim bilir kaçı sağ kalır mucize kabilinden.
Benim oğlan
benim yaşıma bastığı zaman,
ben bu dünyada olmıyacağım,
ama harikulâde bir beşik olacak dünya,
siyah,
beyaz,
sarı
bütün çocukları
sallıyan
mavi atlas döşekli bir beşik.

Nazım Hikmet Ran

6 Ekim 2008 Pazartesi

...Yalnız aşkı vardır aşkı olanın
Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan.
Sen yüzüne sürgün olduğum kadın,
Kardeşim olan gözlerini unutamadım
Çocuğum olan alnını, sevgilim olan ağzını,
Dostum olan ellerini unutamadım...


Cemal Süreya

4 Ekim 2008 Cumartesi

Yeryüzü padişahların, kralların olsun.
Cehhennem kötü insanın olsun, Cennet iyi insanın...

Tanrıya toz kondurmamak meleğin işi olsun,
Temizlik, Cennet kapıcısının işi...

Kim, ne olursa olsun,
Sevgili bizim olsun tek,
Canı, Canımız olsun...

Ömer Hayyam

18 Eylül 2008 Perşembe

...Seni usulca öpmüştüm ilk öptüğümde
Vapurdaydık vapur kıyıdan gidiyordu
Üç kulaç öteden İstanbul gidiyordu
Uzanmış seni usulca öpmüştüm
Hemen yanımızdan balıklar gidiyordu...

Cemal Süreya

11 Eylül 2008 Perşembe

"Sibel az önce önümüzden geçen iki güzel arkadaşıyla kucaklaştı. Kızlar az önce yaktıkları uzun filtreli sigaralarını dikkatle tutarak ve birbirlerinin makyajını, saçlarını ve elbiselerini bozmamaya abartılı bir gayret göstererek rujdan kıpkırmızı ve pırıl pırıl dudaklarını hiçbir yere değdirmeden öpüştüler ve birbirlerinin kıyafetlerine bakıp gerdanlık ve bileziklerini birbirlerine göstererek gülüştüler.

' Her akıllı insan hayatın güzel bir şey olduğunu, amacının da mutlu olmak olduğunu bilir, ' dedi babam üç güzel kızı seyrederken. ' Ama sonra yalnızca aptallar mutlu olur. Nasıl izah edeceğiz bunu? '


Orhan Pamuk

*Masumiyet Müzesi kitabında İstanbul sosyetesini derince anlattığı bir bölümden...

31 Ağustos 2008 Pazar

Bakışsız Bir Kedi Kara


Gelir dalgın bir cambaz. Geç saatlerin denizinden. Üfler lambayı. Uzanır
ağladığım yanıma. Danyal yalvaç için. Aşağıda bir kör kadın. Hısım. Sayıklarbir dilde
bilmediğim. Göğsünde ağır bir kelebek. İçinde kırık çekmeceler. İçer içki Üzünç Teyze
tavanarasında. İşler gergef. İnsancıl okullardan kovgun. Geçer sokaktan bakışsız bir
Kedi Kara. Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. Kanatları sığmamış. Bağırır Eskici Dede.
Bir korsan gemisi! girmiş körfeze...

Ece Ayhan

Aşk

Sen varken kötü diye bir şey bilmiyorduk
Mutsuzluklar, bu karalar yaşamada yoktu
Sensiz karanlığın çizgisine koymuşlar umudu
Sensiz esenliğimizin üstünü çizmişler
Nicedir bir pencereden deniz güzel değil
Nicedir ışımayan insanlığımız sensizliğimizden.

Sen gel bizi yeni vakitlere çıkar.

İlhan Berk

28 Ağustos 2008 Perşembe

Canım Kızım;

Meğer sanaymış yolculuğum.

Birgün kendime neden yaşadığımı sordum;

Bir anlamı olmalıydı başımdan geçen onca şeyin;

Bir karşılığım olmalıydı hayatta.

Bu soruyu sorduğumda kendime yirmi üç yaşındaydım.

Ellerim yaşlanmamıştı henüz

Ama soluk soluğa kalmış yorgun bir çocuktum,

Bildiğim her şeyden,

Herkesten uzaktaydım..

Yalnızlık, yabancılık, haksızlık, dünya kederleri

Bir olup yüklenmişlerdi bir gece kalbime.

Balkona çıktım,

Dördüncü kattaydım.

Soğuk bir kış gecesiydi.

Demirleri tuttum caddeyi seyrettim ağlayarak.

Göreceksin insan nasıl acır kendine böyle anlarda...

Yüz yirmi dokuz numaralı otobüs geçiyordu

Ve bir kız köşedeki benzinciden çıkmış;

Elinde bira şişesi ağlıyordu,

Uzundu sacları.

Kaldırıma oturdu

Elindeki bira şişesini karşısındaki saat kulesine fırlattı.

Saat oniki'ye on vardı ve belli ki ikimizinde canı çok yanmaktaydı...

Annem geldi aklıma

Bir Pazar dönüşü elimi avucunun içinde kavrayışı ve bana doğumumu anlatışı.

Yalnızmış sancıları geldiğinde;

Çok korkmuş ya başaramazsa diye.

Balkona çıkmış

İnsanları seyretmiş, başka kadınlarda çekti bu sancıyı diyerek

Ve başka insanların acılarından güç alarak doğuma girmiş.

Doğduğumda yaptığı ilk şey saate bakmak olmuş.

Saat öğlen oniki'ye on varmış.

İşte böyle demiştim kendi kendime;

Buraya kadarmış.

Sonra çilekli pastayı,

Çaldığım vişneleri,

Limonlu dondurmayı ne çok sevdiğimi düşündüm.

Saçlarımı uzatacaktım,

Para biriktirip yollara çıkacaktım

Ve bir daha hiç yirmi üç yaşında olmayacaktım.

Büyük kararlardan önce mutlaka bir gece beklemeli

Eğer sabah aynıysa her şey,

O zaman düşünmeli bitirmeyi bir hikayeyi..

Ertesi gün güneşli bir sabahtı;

Çoktan düşmüştü ruhumun ve kederimin ateşi...

O günden sonra neler oldu bir bilsen...

Sana anlatacak o kadar çok şeyim var ki.

Çok korkuyorum severmisin acaba beni?

İyi bir anne olabilecek miyim?

Koruyabilecek miyim seni?

Kalbimde ve zihnimde biriktirdiklerimi eksiksiz iletebilecek miyim sana?

Takvimler bir sonbahar çocuğu olacağını söylüyor.

Annende sonbaharda doğmuş bir bebekti.

Bu mevsim hüzünlüdür kızım ve çok sever güneşi.

Şu anda minicik tekmelerinle ben burdayım diyorsun.

Gelişine az kaldı...

Seni sevinçle beklerken odanı hazırlıyoruz hevesle.

Ama ne yazık ki odan kadar sessiz ve özenli bir ülkeye gelmiyorsun.

İsterdim ki benim gördüklerime sen şahit olma ama onlar sana bile yetişti.

Geleceği zamanı kendi seçen biri olarak güçlü

Ve bendende önde olacağını biliyorum.

Umarım sende seversin karıncaları,kedileri ve kelebekleri.

Ben babasını çok özleyen bir çocuktum...

Dilerim sen ayrı kalmazsın seni sevinçle bekleyen babandan....

Anneler ve babalar tanıyacaksın bizden başka.

Oğluna söz verdiği bisikleti alamadığında,

Notalarla oğlunun adını yazan,

Bıyıklı yorgun babaları,

Ya da kendi giyemediği mavi yirmi üç nisan elbisesini

Sabaha dek uyumadan kızına diken anneleri,

Sonra kendinden başkasını düşünmeyenleri,

Kendi öfkesinde boğulanları

Ve yalancıları tanıyacaksın.

Aşkı tanıyacaksın bir gün,

Kalbin kırılacak

Ve belki kıracaksın birilerini...

İyi bir tamirci ol kızım,

Çabuk onar kırdığın kalpleri ve çaresiz kalma kendi kırık kalbinle.

Sen şimdi kendi öykünü yazmaya geliyorsun.

Hayat iki seçenek sunuyor sana:

Ya payına düşen kederi parlatacaksın;

Ya da ömrünle iyi geçinmeye bakacaksın.

İkincisini tercih edersin umarım...

Bana öğretildiği gibi kızım;

Öğrendiğin çiçek adlarını unutma,

Kelebekleri kitap arasında kurutma,

Kin büyütme kalbinde ve incitme kimseyi...

Dilerim dünyaya geliş nedenini sen çabuk bulursun.

Yolun acık olsun....

Annen..


İclal Aydın

26 Ağustos 2008 Salı


    Maviye
    Maviye çalar  gözlerin,
    Yangın mavisine
    Rüzgarda asi,
    Körsem,
    Senden gayrısına yoksam,      
    Bozuksam,
    Can benim, düş benim,
    Ellere nesi?
    Hadi gel,
    Ay karanlık...

    İtten aç,
    Yılandan çıplak,
    Vurgun ve bela
    Gelip durmuşsam kapına
    Var mı ki doymazlığım?
    İlle  de ille
    Sevmelerim,
    Sevmelerim gibisi?
    Oturmuş yazıcılar
    Fermanım yazar
    N'olur gel,
    Ay karanlık...

    Dört yanım puşt zulası,
    Dost yüzlü,
    Dost gülücüklü
    Cıgaramdan yanar.
    Alnım öperler,
    Suskun, hayın, çıyansı.
    Dört yanım puşt zulası,
    Dönerim dönerim çıkmaz.
    En leylim  gecede ölesim tutmuş,
    Etme gel,
    Ay karanlık...

Ahmed Arif