31 Mayıs 2008 Cumartesi

Faust

"....İçinde sıkışıp kaldığım şu zindandan farksız oda ruhumu karartıyor. Kendimi ayaklar altına
alınmış bir solucana benzetiyorum. Okuduğum yüzlerce kitap bana ne
kazandırdı? Acizliğimi, cehaletimi, insanların her yerde azap çektiklerini öğrendim. Boş kafatası! Ne
diye karşımda durmuş öyle sırıtıyorsun? Vaktiyle senin beynin de gerçeği bulmak ümidiyle didinip
durmamış mıydı?..."


*Goethe(Faust'tan)

29 Mayıs 2008 Perşembe

Faust

"...Üç büyük melek öne çıkar:

İSRAFİL: Güneş yaratıldığı günden beri, kardeş kürelerle birlikte, ahenk içinde ve yıldırım süratiyle seyahatine devam ediyor.Hiç bir fâninin hikmetine nüfuz edemeyeceği bu muhteşem eserler, akıllara durgunluk verirken; sanatkarına da perestiş ettiriyor.

CEBRAİL: Dünya da Güneş’in cazibesine kapılmış giderken, kendi ekseni etrafında baş döndürücü bir hızla dönüyor; gece ve gündüz zamanı aralarında paylaşıyor. Denizler, kayalara çarparak köpürdükleri halde, dalgalar aldıkları emre uyup geri dönüyor; karalara hücum etmiyor. Denizler kadar, dağlar da kürenin hızına ayak uydurmuş; durmadan fezada yüzüyor.

MİKAİL: Kasırgalar yeryüzünde bu ahengin tesadüfî olmadığını göstermek için karada ve denizde gürleyerek dehşet saçıyor. O sırada göklerden bir ses işitiliyor; şimşekler çakıyor, yeryüzünü aydınlatıyor, insanları uyandırıyor. Ey yüce Allah’ım! Yalnız senin elçilerin bu gümbürtülerin gerçek hikmetini kavrayıp seni takdis ediyorlar.

ÜÇÜ BİRLİKTE: Hiç kimse hikmetine tam nüfuz edemediği halde, senin bakışın meleklere kuvvet veriyor. Bütün o yüksek eserlerin, ilk günkü kadar ihtişamlı duruyor.

MEFİSTO: Ey yüce Allah’ım! Beni meleklerin kadar sevmediğini biliyorum. Onlar gibi seni övecek dilden mahrumum. Fezadaki bütün mahluklar benimle alay etseler de, vazifeme devam edeceğim. İnsanları azap içinde inlerken görmek kadar bana zevk veren bir şey yoktur. Dünyanın küçük tanrısı hep aynı halde ve ilk günkü gibi bahşettiğin o küçücük ışığa güveniyor. Akıl adını verdiği bu ışığı hayvanlardan daha hayvan olma yolunda kullanıyor. Affınıza sığınarak, ben onu otlar arasında dolaşan, oraya buraya sıçrayarak şarkı söyleyen şu uzun bacaklı ağustos böceğine benzetiyorum. Hep otların arasında dolaşsa yine iyi; ama her pisliğe burnunu sokmaktan çekinmiyor.

ALLAH: Bana söyleyecek daha iyi sözlerin yok mu? Sen hep yeryüzünde kötü şeyleri mi görürsün?

MEFİSTO: Hayır, Allah’ım!Yeryüzünde sefalet, alçaklık, nefret, intikam, zulüm devam ettikçe; insanlar pençemden kurtulamazlar.

ALLAH: Ben onları imtihan ediyorum.

MEFİSTO: Onlar da hep kaybedecekler..."

*Goethe

26 Mayıs 2008 Pazartesi

...See, I think there's a plan. There's a design for each and every one of us. You look at nature. Bird flies somewhere, picks up a seed, shits the seed out, plant grows. Bird's got a job, shit's got a job, seed's got a job. And you've got a job...


*Cold Mountain filminden

24 Mayıs 2008 Cumartesi

"...Seni sevdim, seni birdenbire değil usul usul sevdim
"Uyandım bir sabah" gibi değil, öyle değil
Nasıl yürür özsu dal uçlarına
Ve günışığı sislerden düşsel ovalara
...
Seni sevdim..."

Gülten Akın

Kestim Kara Saçlarımı

Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön
Yasaktı yasaydı töreydi dön
İçinde dışında yanında değilim
İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi
Bu nasıl yaşamaydı dön

Onlarsız olmazdı, taşımam gerekti, kullanmam gerekti

Tutsak ve kibirli -ne gülünç- 
Gözleri gittikçe iri gittikçe çekilmez
İçimde gittikçe bunaltı gittikçe bunaltı
Gittim geldim kara saçlarımı öylece buldum

Kestim kara saçlarımı n'olacak şimdi
Bir şeycik olmadı - Deneyin lütfen -
Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım
Günaydın kaysıyı sallayan yele
Kurtulan dirilen kişiye günaydın

Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi
Bir yaşantı ile karşılayanlara
Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum

Gülten Akın

23 Mayıs 2008 Cuma

İntihar


Sen tam tabancayı
Şakağına dayamışsın;
Kapı açılıveriyor
Ve üstündekileri
Bir bir fırlatıp atan
Bir leylak sesi...

Cemal Süreya

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Sular yükselince, balıklar karıncaları yer... Sular çekilince de karıncalar balıkları yer... Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmesin.. Çünkü kimin kimi yiyeceğine "suyun akışı" karar verir...

Afrika Ata Sözü

19 Mayıs 2008 Pazartesi

Gençlik ve Spor Bayramı

Ankara Genç İşadamları Derneği bir “gençlik araştırması” yaptırdı.
Sonuçlardan çıkan manzara şu:
Gençlerin kafası karışık...
* * *
Ailelerinden dayak yiyorlar.
“Kendine kimi örnek alıyorsun?” diye sorunca, “Anne babamı” diyorlar.
* * *
Sigara ve içki içiyorlar.
En çok askere ve dine güveniyorlar.
* * *
Siyaseti takip etmiyorlar.
Ama “Siyasi yelpazedeki yeriniz?” diye sorunca, ağırlıkla “Milliyetçi-muhafazakâr” seçeneğini işaretliyorlar.
Yurtlarını çok seviyorlar yani...
Aynı gençler, “Yurtdışında yaşamak ister misiniz?” sorusuna yüzde 80 oranında “Evet” diye kafa sallıyorlar.
Yurdun en çok dışını seviyorlar.
* * *
“Türkiye AB’ye girsin mi”ye “Hayır” cevabı veriyorlar.
Yani?
“Ülkem dursun, ben gireyim” diyorlar.
* * *
“Milliyetçi gençler”, gazete okumuyor; televizyonda da sadece eğlence programı izliyorlar.
Polat gibi şekil yapmak, Koç gibi para kazanmak, Acun gibi sahillerde “sabaha kadar eğlence”ye dalmak istiyorlar.
* * *
Çoğu Türkiye’nin geleceğinden umutsuz...
Kendi geleceklerinden ise umutlular.
Yani?
“Ülkem batar, ben yırtarım” sanıyorlar.
* * *
“Ülkem varsa ben de varım”, “Ülkem batarsa ben de batarım”, hatta “Ülkemi batmaktan ancak ben kurtarırım” diyen kuşakları birbirine kırdırıp darağaçlarında, cezaevlerinde yok ettiler.
“Kitap günah, örgütlenmek yasak, siyaset tuzak” diye diye, dayağı, magazini, içi kof bir milliyetçiliği vere vere, her koyunun kendi bacağından asıldığını söyleye söyleye, “Okumadan da yırtmak mümkün”ü işleye işleye, siyasete aklı ermeyen, gözü dışarıda, “Polatist” umutsuzlar yarattılar.
* * *
Madem manzara böyle, ben de gençlerin yurtdışında yırtmış idollerinden Mert İçgören’in, gençler arasında pek yayılmış şarkılarından biriyle kutlayayım, yeni kuşağın Gençlik ve Spor Bayramı’nı:
“Üç gün üç gece/ Bodrum’da eğlence/
Yanımda Ceylan, Merve ve Ece/
Teker teker ya da hep birlikte/
Üç gün üç gece, sabaha kadar eğlence.../
Kızı uçağa koydum/ iki tane kız buldum/
İyice yağladım, sonra güneşe koydum/
İki saat beklettim, çıkarıp soydum/
İkisini de yedim, ohhh doydum.”
* * *
Bayramınız afiyetli olsun!

Can Dündar

18 Mayıs 2008 Pazar

Söylesem anlar mısınız ben çıkamadım içinden
İzlenip fişlenmeler maksat kolaylık
Arada ağlar mısınız siz de yerli yersiz
Gizlenip saklanmalar el mecburiyetten
Ah kelimeler dünyası züğürdün rüyası
İçinizden hanginiz cesursa öne çıksın hemen
Ama bence kaçın düello bu, kaçın manasız
Yarıştırılıp yarıştırılıp yatıştırılırsınız
Yola çıkmalı, yola çıkmalı
Yola çıkmalı hemen, hemen
Yola çıkmalı, yola çıkmalı
Yola çıkmalı hemen, hemen
Ne isem ne kadar isem kabullendim gitti
Hani yetebilseydim değiştirirdim vitrini
Azıcıkmışım anladım görüp hissettikçe
Suyun, ağacın, toprağın bilgeliğini
Sezen Aksu

Arabesk

"...Derken küçük araba, yüksek volümlü bir arabesk müzik konserine dönüşüverdi. Kıvrık kemanlar inliyor, darbuka ve tef yanık Arap kavallarına eşlik ediyor ve insanın sinir uçlarına baskı yapan ısrarcı bir müzik, Profesör'de dinginlik ve huzur namına ne kalmışsa alıp götürüyordu. Dünyada hiçbir normal insanın böyle bir müzikten zevk alamayacağını düşündü; çünkü bu müzik türünde bir uyum aranmıyor, güzel tınılar yerine dinleyenin kulağına tornavida sokar gibi tiz bir sesle avaz avaz bağrılıyordu. Profesör bir müzik sosyologu değildi ama ülkedeki çürümenin en büyük göstergesinin bu müzik olduğuna emindi. Blues, fado, tango, rembetika gibi bir eziliş feryadı değildi bu müzik türü; onlarla arasında içtenlik farkı vardı. Adına arabesk denilen, bu kente göç müziği, yaralı bir adamın haykırışı değil, yaralanmış taklidi yapan bir adamın sahte çığlığıydı. En ünlü arabesk şarkıcılar, kıllı göğüslerini açıkta bırakan ipek gömleklerle geziyor ve pırlantalı Rolex saat takarak, spor Mercedes otomobile biniyor ve "ben ölüyorum, bitiyorum" diye hıçkırıklara gömülmüş şarkılar haykırıyorlardı. Bu müzik, sadece bir müzik olarak değerlendirilemezdi. Bu seste, Ortadoğu'ya özgü bir kaypaklık, bir kandırmaca, bir yalan, güçsüz olanı ezme, güçlünün önünde ise el etek öperek riyakarca eğilme demek olan bir yaşam üslubu vardı."


"Herkes yabancılaşmıştı, yabancılaşıyordu. Toplum kuralları ve çevremizde tahkim edildiğimiz maddi dünya, bizi bu yabancılaşmadan koruyan gardiyanlardı adeta. Yolumuzu şaşırdıkça, alışkanlık denen ılık kaplıca sularının içine gömülüp rahatlıyorduk."


Zülfü Livaneli
('Mutluluk' kitabından)

Siyah-Beyaz Anılar

Gazel

Seyreyle güzel kudret-i mevla neler eyler
Allaha sığın adl-i taala neler eyler
Canana gönül vereli ben candan usandım
Hem düşeliden derdime dermandan usandım
Suları şikest meyleri kalp hazreti haktan
Bir ane değin ettiğim isyandan usandım
Meyl eylemesem gayrisine tevbeler olsun
Bu an’e değin ettiğin isyandan usandım
Pervane gibi yanmağı ister deli gönlüm
Her şam-u seher ah ile efgandan usandım
Kalmadı firak giryesine sonra mecalim
Vuslat dilerem yarime hicrandan usandım
Işk ile enes oldı gönül geçti sivadan
Ben sohbet-i nas ülfet-i yarandan usandım
Çün zerre vefa bulmadım ihvan-ı zemandan
Şol yüzleri dost özleri düşmandan usandım
Vird edeyim ismin hemen hayret-i hakkın
Kesret ile ünsiyet-i insandan usandım
Kuddisi’ye vahşet golüben cümle siva’dan
Der her ne ki ağyar var ise andan usandım


16 Mayıs 2008 Cuma

Memleketimden İnsan Manzaraları 2. Bölüm

II
Atlantiğin dibinde upuzun yatıyorum, efendim, Atlantiğin dibinde dirseğime dayanmış. Bakıyorum yukarıya: bir denizaltı gemisi görüyorum, yukarıda, çok yukarıda, başımın üzerinde, yüzüyor elli metre derinde, balık gibi, efendim, zırhının ve suyun içinde balık gibi kapalı ve ketum. Orası camgöbeği aydınlık. Orda, efendim, orda yeşil, yeşil, orda ışıl ışıl, orda yıldız yıldız yanıyor milyonlarla mum. Orda, ey demir çarıklı ruhum, orda tepişmeden çiftleşmeler, çığlıksız doğum, orda dünyamızın ilk kımıldanan eti, orda bir hamam tasının mahrem şehveti, mahrem şehveti efendim, gümüş kuşlu bir hamam tasının ve koynuna ilk girdiğim kadının kızıl saçları. Orda rengarenk otları, köksüz ağaçları kıvıl kıvıl mahlukları deniz dünyasının, orda hayat, tuz, iyot, orda başlangıcımız, Hacıbaba, orda başlangıcımız ve orda hain, çelik ve sinsi bir denizaltı gemisi. 400 metroya kadar sızıyor ışık. Sonra alabildiğine derin alabildiğine derin karanlık. Yanlız ara sıra acayip balıklar geçiyor karanlığın içinde ışık saçarak. Sonra onlar da yok. Artık dibe kadar inen kat kat kalın sular kati ve mutlak ve en dipte ben. Ben, upuzun yatıyorum, Hacıbaba, upuzun yatıyorum dibinde Atlantiğin dirseğime dayanmış, bakıyorum yukarlara. Avrupa Amerika' dan Atlantiğin yüzünde ayrıdır dibinde değil. Gazgemileri gidiyor yukarda, çok yukarda, birbiri peşi sıra. Omurgalarının altını görüyorum, omurgalarının altını. Dönüyor keyifili keyifli pervaneleri. Dümenleri ne tuhaf suyun içinde İnsanın tutup tutup kıvırası geliyor. Köpekbalıkları geçti gemilerin altından, karınlarını gördüm ağızları da orda. Gemiler şaşırdılar birdenbire, herhalde köpekbalıklarından değil. Denizaltı gemisi bir torpil attı, efendim bir torpil. Gemilerin dümenlerine baktım: telaşlı ve korkaktılar. Gemilerin omurgalarında imdat arar gibi bir hal vardı, gemiler bir bıçak darbesinden en yumuşak yerini karnını saklamak isteyen insanlara benziyorlardı. Denizaltılar birden üç oldular, derken, altı, yedi, sekiz. Gazgemileri düşmana ateş açarak insanlarını ve yüklerini suya döküp saçarak batmaya başladılar. Mazot, gaz, benzin, tutuştu yüzü denizin. Bir alev deryasıdır şimdi yukarda akan, yağlı ve yapışkan bir alev deryası efendim. Kıpkızıl, gömgök, kapkara, arzın ilk teşekkülü hengamesinden bir manzara. Ve denizin yüzüne yakın suyun içi allak bullak. Köpürüp, dağılıp parçalanmalar. Yukardan dibe doğru inen gazgemisine bak. Gece uykuda gezenler gibi bir hali var: lunatik. Geçti kargaşalığı, girdi deniz dünyasının cennetine. Fakat durmadan iniyor. Kayboldu ıslak karanlıkta. Artık baskıya dayanamaz, parçalanır. ve direği, efendim, bacası yahut nerdeyse yanıma düşer. Yukarda insanla dolu denizin içi. Bir tortu gibi dibe çöküyorlar tortu gibi çöküyorlar, Hacıbaba. Baş aşağı, baş yukarı, uzanıp kısalıyor, bir şeyler aranıyor kolları bacakları. Ve hiçbir yere, hiçbir şeye tutunamadan onlarda iniyorlar dibe doğru. Birden bire bir denizaltı düştü yanıbaşıma. Parçalanmış bir tabut gibi açıldı köprüüstü kaportası ve Münihli Hans Müller dışarı çıkıverdi. 39 ilkbaharında denizaltıcı olmadan önce Münihli Hans Müller Hitler hücum kıtası altıncı tabur birinci bölük dördüncü mangada sağdan üçüncü neferdi. Münihli Hans Müller üç şey severdi: 1-Altın köpüklü arpa suyu 2-Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna. 3-Kırmızı lahana. Münihli Hans Müller için vazife üçtü: 1-Çakan bir şimşek gibi mafevke selam vermek. 2-Yemin etmek tabancanın üzerine. 3-Günde asgari üç çıfıt çevirip sövmek silsilelerine. Münihli Hans Müller'in kafasında, yüreğinde, dilinde üç korku vardı: 1-Der Führer. 2-Der Führer. 3.Der Führer. Münihli Hans Müller sevgisi, vazifesi ve korkusuyla 39 ilkbaharına kadar bahtiyar yaşıyordu. Ve Vagneryen bir operada do sesi gibi heybetli Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna'nın tereyağı ve yumurta krizinden şikayet etmesine şaşıyordu. Diyordu ki ona: -Bir düşün Anna, yepyeni bir manevra kayışı takacağım, pırıl pırıl çizmeler giyeceğim ben. Sen beyaz ve uzun entari giyeceksin, balmumundan çiçekler takacaksın başına. Tepemizde çatılmış kılıçların altından geçeceğiz. Ve mutlak hepsi erkek 12 çocuğumuz olacak. Bir düşün Anna, tereyağı, yumurta yiyeceğiz diye top, tüfek yapmazsak eğer yarın 12 oğlumuz nasıl muharebe eder?
Münihlinin 12 oğlu muharebe edemediler çünkü doğamadılar, çünkü henüz, efendim, Anna'yla zifaf vaki olmadan önce bizzat harbe girdi Hans Müller. Ve şimdi 41 sonbaharı sonlarında dibinde Atlantiğin benim karşımda durmaktadır. Seyrek sarı saçları ıslak, kırmızı sivri burnunda esef, ve ince dudaklarının kıyılarında keder. Yanı başımda durduğu halde yüzüme çok uzaklardan bakıyor, İnsanın yüzüne nasıl bakarsa ölüler. Ben biliyoum ki, o bir daha görmeyecek Anna'yı, ve artık bir daha arpa suyu içip yiyemeyecek kırmızı lahanayı. Ben bütün bunları biliyorum, efendim, ama o bütün bunları bilmiyor. Gözü bir parça yaşlı, silmiyor. Cebinde parası var, çoğalıp eksilmiyor. Ve işin tuhafı artık ne kimseyi öldürebilir ne de kendisi ölebilir bir daha. Şimdi şişecek birazdan, yükselecek yukarıya, sular sallayacak onu ve balıklar yiyecek sivri burnunu.
Ben Hans Müller'e bakıp, Hacıbaba, bunları düşünürken yanımızda peyda oluverdi Liverpul Limanından Harri Tomson. Gazgemilerinden birinde serdümendi. Kaşları ve kirpikleri yanmıştı. Gözleri sımsıkı kapalıydı. Şişman ve matruştu. Bir karısı vardı Tomson'un: tavan süpürgesi gibi bir kadın, tavan süpürgesi gibi, efendim, zayıf, uzun, titiz, temiz ve tavan süpürgesi gibi münasebetsiz. Bir oğlu vardı Tomson'un: altı yaşında bir oğlan, Hacıbaba, tombul mu tombul, pembe beyaz, sarı papa mı sarı papa. Tuttum Tomson'un elinden. Açmadı gözlerini. "-Vefat ettiniz" dedim. "-Evet " dedi, "İngiliz imparatorluğu ve hürriyeti için: Canım isterse, harp içinde bile Çörçil'e sövmek hürriyeti ve canım istemese de aç kalmak hürriyeti uğruna. Fakat değişecek hürriyette bu son bahis, harpten sonra artık işsiz ve aç kalacak değiliz. Planı hazırlıyor Lordlarımızdan biri. Adalet: ihtilalsiz. Ben İngiliz İmparatorluğu'nu dağıtmaya gelmedim, dedi Çörçil. Ben de ihtilal çıkarmaya gelmedim: buna Kenterburi başpiskoposu bizim tredünyonun reisi ve karım razı değil. Ay bek yur pardın. İşte bu kadar, nokta, son." Sustu Tomson. Ve ağzını açmadı bir daha. İngilizler fazla konuşmayı sevmezler, hele hümoru seven ölü İngilizler.
Tomson' la Müller'i yanyana yatırdım. Şiştiler yan yana, yan yana yükseldiler yukarı doğru. Balıklar Tomson'u afiyetle yediler, fakat dokunmadılar ötekisine, Hans'ın etiyle zehirlenmekten korktular anlaşılan. Hayvan deyip geçme, Hacıbaba, sen de hayvansın ama akıllı bir hayvan...

Memleketimden İnsan Manzaraları 1. Kitap 1. Bölüm

I

Haydarpaşa garında
1941 baharında
    saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
                  yorgunluk
                      ve telaş.
Bir adam
 merdivenlerde duruyor
             bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Burnu sivri ve uzun
yanaklarının üstü çopur.
Merdivenlerdeki adam
    -Galip Usta-
           tuhaf şeyler düşünmekle meşhurdur:
«Kaat helva yesem her gün» diye düşündü
                            5 yaşında.
«Mektebe gitsem» diye düşündü
                  10 yaşında.
«Babamın bıçakçı dükkanından
Akşam ezanından önce çıksam» diye düşündü
                             11 yaşında.
«Sarı iskarpinlerim olsa
kızlar bana baksa»
diye düşündü
                  15 yaşında.
«Babam neden kapattı dükkanını?
Ve fabrika benzemiyor babamın dükkanına»
                         diye düşündü
                         16 yaşında.
«Gündeliğim artar mı?» diye düşündü
                          20 yaşında.
«Babam ellisinde öldü,
ben de böyle tez mi öleceğim?»
                    diye düşündü
                     21 yaşındayken.
‘‘İşsiz kalırsam’’diye düşündü
                  22 yaşında.
«İşsiz kalırsam» diye düşündü
                  23 yaşında.
«işsiz kalırsam» diye düşündü
                  24 yaşında.
Ve zaman zaman işsiz kalarak
«İşsiz kalırsam» diye düşündü
                   50 yaşına kadar.
51 yaşında «İhtiyarladım.» dedi
        «babamdan bir yıl fazla yaşadım.»
Şimdi 52 yaşındadır.
İşsizdir.
Şimdi merdivenlerde durup
            kaptırmış kafasını
                düşüncelerin en tuhafına:
«Kaç yaşında öleceğim?
Ölürken üzerimde yorgan olacak mı? »
                             diye düşünüyor
Burnu sivri ve uzun.
Yanaklarının üstü çopur.


Denizde balık kokusuyla
döşemelerde tahtakurularıyla gelir
               Haydarpaşa garında bahar.
Sepetler ve heybeler
 merdivenlerden inip
          merdivenleri çıkıp
                 merdivenleri tutuyorlar.
Polisin yanında bir çocuk
         -tahminen beş yaşında-
                   iniyor merdivenleri.
Nüfusta kaydı yok
fakat ismi Kemal.

Merdivenleri bir heybe çıkıyordu
                  bir halı bir heybe.

Merdivenlerden inen Kemal
                yapa yalnızdı
                   -kundurasız ve gömleksiz-
                          ortasında kainatın.
Açlığından başka bir şey hatırlamıyor
                           bir de hayal meyal
                     karanlık bir yerde bir kadın.

Merdivenleri çıkan heybenin
kırmızı,mavi,siyahtı nakışları.
Halı heybeler
    ata, katıra, yalıya binerlerdi eskiden,
şimdi şimendifere biniyorlar.

Merdivenleri bir kadın iniyor.
Çarşaflı
    şişman
Adviye Hanım.
An-asıl Kafkasyalı
1311’de kızamık
       1318’de gelin oldu.
Çamaşır yıkadı.
Yemek pişirdi.
Çocuk doğurdu.
Ve biliyor ki öldüğü zaman
                bir şal koyacaklar tabutuna
                            selatin camilerinden
Bir damadı imamdır.


Merdivenlerin üstünde güneş
                bir baş yeşil soğan
                ve bir insan:
                Ahmet Onbaşı.
Balkan Harbine gitti.
Seferberlikte gitti.
Yunan Harbinde gitti.
‘‘Ha dayan hemşerim sonuna vardık’’
                            sözü meşhurdur.

Merdivenlerden bir kız çıkıyordu.
Çorapta çalışır.
-Tophane caddesi,Galata-
Atifet on üç yaşındadır
Galip usta baktı Atifet’e,
«Evlenseydim eğer
      torunum olurdu bu kadar»
                   diye düşündü.
«Çalışırdı, bana bakar»
                   diye düşündü.
Sonra birdenbire aklına Şevkiye geldi.
Emin’in kızı.
Mavi mavi gözleri vardı.
Geçen sene daha adet görmeden
                Şahbaz’ın arsasında bozmuşlardı.

Sepetler ve heybeler
              merdivenlerden inip
                   merdivenleri çıkıp
                        merdivenlerde duruyorlar

Ahmet onbaşı
-yine askerdi-
yetişti halı-heybeye.
Öptü elini.
Halı-heybe
     Ve mavi mintan,palto,siyah şalvar
                      Ve keten lastik iskarpinler,
                      Fötür şapka,sakal
                      Ve lahuri şal
                                  Kuşak
         Onbaşının omzunu okşayarak:
‘-Hayıflanma birkaç kalem borç için’ dedi,
‘hane halkını sıkıştırmayız.
 Yalnız biraz faiz biner.’

Haydarpaşa koynunda
Martılar inip kalkıyor
          Denizde leşlerin üstünde.
İmrenilir şey değil
          Martıların hayatı.

Garın saati
      Üçü beş geçiyor.
Siloların orda
         Buğday yüklüyorlar
                           İtalyan bandıralı bir şilebe.

Ayrıldı onbaşıdan halı-heybe
                   gara girdi.

Merdivenlerde güneş
          yorgunluk
               ve telaş
          ve altın başlı kelebek ölüsü var.
Kocaman insan ayaklarına aldırmadan
Bembeyaz,upuzun taşın üstünde
           taşıyor karıncalar kelebeğin ölüsünü.

Adviye Hanım
Sokuldu polis efendiye.
Bir şeyler konuşuldu.
Okşadı çocuk Kemal’i.
Ve hep beraber
       karakola gittiler.
Ve her ne kadar
        bir daha görülmeyecekse de
                    hayal meyal
        karanlık bir yerlerde hatırlanan kadın
                      çocuk Kemal
                         yapayalnız değil artık ortasında kainatın.
Bir parça bulaşık yıkayıp
         Biraz su taşıyacak
Ve Adviye Hanımın dizi dibinde yaşayacak.


Merdivenleri mahkumlar çıkıyordu.
Şakalaşıp
   gülüşerek.
Üç erkek
bir kadın
ve dört jandarma.
Erkekler kelepçeli
kadın kelepçesiz
jandarmalar süngülü.

Merdivenler üstünde bir kayısı gülü
                     Bir cıgara paketi
                            Bir gazete kadı.

Mahkumlar durakladı.
Jandarma Hasan
     Tokalaştı Ahmet Onbaşıyla.

Jandarma Haydar 
     Aldı yerden boş paketi
                  Soktu cebine.
Ve mahkum kadın
      boynuna atılan Atıfet’i
            öptü iki yanağından.
Eğilip baktı kelepçeli Halil
kayısı gülünün yanındaki gazete kadına:
   ‘Tek sütunluk bir nefer.
    Üniforması belli değil.
    Tıraşı uzun.
    Beyaz sargılar var başında.
    Sargılarda kan.
    Sonra tayyareler
              -kanatlı köpek balıkları gibi-
                   ‘pike bombardıman’
                                diye yazıyor.

Sonra bir liman:
      Küçük, beyaz daireler çizili üzerinde.
İsmini okuyamadı,
Mürekkebi gaz lekesi dağıtmış.’

Üç bayan
çıkar merdivenleri koşarak
           -sivri külahlarıyla
                mantar iskarpinleriyle-
banliyö yolcuları.

Kelepçeli Süleyman
            Bayanları gördü.
Genç bir kadın geçirdi yüreğinden.
Kayısı gülünü nişanlayıp
               Tükürdü.
Kelepçeli Fuat
       Seslendi Galip Ustaya:       
  
«--Usta.
yine tuhaf şeyler düşünüyorsun.»
«--Düşünüyorum evlat.
Geçmiş olsun.»
«--Eyvallah usta..
Düşünmek değiştirmez hayatı.»

Fuat
tersanede tesviyeci,
19 yaşında girdi hapise
  üç arkadaş perdeleri indirip
  bir kitap okudukları için.
Ve yatıyor iki yıldır.
Şimdi içerilere gönderiyorlar.

Galip Usta
bu sefer
 dehşetli bir şeyler düşünerek
  bakıyor kelepçesine Fuat’ın,
bugüne dek
 farkına varmadan biriken şeyler
 yığınla
  üst üste
   hep beraber
 tıkacını atan bir çeşme suyu gibi
   bulanık
    berrak
 akıyordu kafasının  içini doldurarak:
«Ne kadar çok fabrika var İstanbul’da,
   Türkiye’de ne kadar çok,
dünyada ne kadar çok, sayılamayacak kadar.
Dün akşam tornacı Ayyaş Kadir’in
Ölüsünü buldular
üniversite kapısında
  — bayılmış kız, talebelerden biri –
Ne kadar çok kayış, kasnak
  ne kadar çok volan
   ne kadar çok motor
dönüyor, ha babam dönüyor, ha babam dönüyor, dönüyor,
ne kadar çok  adam,  ne kadar çok adam
işsiz  kalırsam, diye düşünüyor,
Mürettip Şahap Usta kör oldu
   dileniyor matbaalarda.
Dokuma tezgâhları, fireye tezgâhları, torna tezgahları,
şahmerdanlar, merdaneler,
pulanyalar,
 pulanyalar
  pulanyalar
---Galip Usta  pulanyacıydı.---
Kim bilir dünyada ne kadar
  ne kadar çok issiz var.
Ama askere almışlardır.
Asker olunca işsiz adam
  artık işsiz  sayılmaz mı?»

«--Yine derinlere daldın  ustam.»

Galip Usta dokumdu  Fuat’ın kelepçesine:
«--Allah sonsumuzu…
 «-- ürktü kendi sesinden
   ….hayreyleye evlat,»
      dedi.

İnce siyah bıyıklarıyla Fuat
   gülümsedi:
«--- Hayırdır mutlak sonumuz..»

Ustanın çipil gözleri ıslak
 titriyor uzun burnu.
Ve etrafa belli etmeden
 koydu Fuat’ın cebine
  elli beş kuruşundan yirmi kuruşunu.

Garın saati on beşi sekiz geçiyor.
I5:45’de kalkar bu tren
Üçüncü mevki bekleme salonunda
  oturup
   dolaşıp
    uyuyorlar yüzükoyun
Kalkacak herhangi tirenle ilgileri yok.

Baskıcı Ömer
sakalı avuçlarında
betonun üzerinde çıplak ayakları
oturuyor iki büklüm sabahtan beri.
Ve yine sabahtan beri Ömer’in Önünde
  aşağı, yukarı, ileri, geri
   volta vuruyor Recep.
İnce uzun kotları kalkıp inip
 görünmez bıçakları atıp tutar gibi elleri
Ali  malının  masanın üzerinde yatıyor yüzükoyun
  sırtı yarılmış gömleğinin
   kumral başı bileklerimde.
Üçüncü  mevki  bekleme salonunda
 oturup
  dolaşıp
   yüzükoyun uyuyorlar
Kalkacak herhangi tirenle yok alakaları

Aysel :
Yaşıı belli değil.
Belki on üç, belki yirmi.
Esmer
Kuru.
Kur...
Necla:
on beş yaşında var yok.
Burnu  kıpkırmızı
  yüzü değirmi.
Ve insanı şaşırtacak katlar büyük
yeşil empermablin altında memeleri
Vedat :
18 yaşımda.
Top ense, altı oklu beyaz kıravat
   ve sivilceler.

Vedat konuşuyor:
 «--Hiçbir yere benzemez. Bursa hamamları.
 Hele Ferahfeza
 Bahçe içinde bir otel.
 Müşteriler temiz.
 Vizite üç papel.
 Biri patrona kalıyor,
 Geçen sene bir Ermeni kızı götürdüm,
 Kurnazdır  Ermeni milleti
  bizim Türklere benzemez.
 Dünyalığı düzeltti.
 Drahoması tamam.
 Mâlum  ya  gâvur  âdeti.
 Şimdi nişanlıdır.»

Aysel sordu:
 «--Sana ne vereceğiz.?»
 «--Ben  beşer kâat alırım  patrondan
   hesabınıza,
    komisyon.

Mevsimidir,
kızlar  bir  tutarsanız;
günde on beş kere
  belki daha çok.
  Bir hesapla ne eder?
Has malları görsün Bıırsa’nın gözü.
Kadıköylüdür diye yazdı gazeteler
İstanbul kızlarının en güzelleri.»

Sabahtan beri
 ilk defa
doğruldu olduğu yerde baskıcı Ömer.
Seslendi Recep’e:,
«--Bir cıgara ver.»
 Hızla önümden geçti Recep
   ve dönerken
   fırlattı cıgarayı.

Babası müftüydü baskıcı Ömer’in.
Evin içinde kuka teşbihler, kılaptan seccadeler.
el yazma müzehhep Mushafları hattat Osman’ın:
fakat bir tek han hamam tapusu
  bir tek konsilit.
bit tek Hicaz demiryolu tahvili yoktu.
Müftü Elendi bembeyaz, şişman bir adam
   Ömer hastalıklı bir çocuktu.
Arabi öğrenemedi.
Farisi, öğrenemedi.
Ahmetliye kitabında cennet kapılarına bakıp
 «--tıpkısıydı bunlar Dolmabahçe kapısının»
   başladı nakışları çizmeye
Müftü vefat etti Meşrutiyetten evvel.
Meşrutiyette kadınlar dağıldılar
  seccadeleri ve tesbihleri götürerek.
O hengâmede
 Ömer yirmi  yaşındaydı demek.
Hattat Osman’ın’ mushaflarını  Parizyana’da yedi.
Gönüllü asker oldu  Balkan Harbinde.
Seferberlikte esir düştü,
döndü ve başladı Kalpakçılar başında baskıcılığa.
Ahmediye’nin Firdevs kapılarındaki nakışlar
  patiskalar üzerinde açılmaya başladılar..

Tahta kalıp ,
 tahta kaşık
  tahta dükkan
ve akşamları şarap dolu kırmızı testi
ve esaretten kalma biraz gulamperesti
  bahtiyar yaşıyordu müftü zade Ömer Efendi.
Ta ki İtalya’dan
 hazır kâat modeller gelene kadar.
Zira kâat modeller
 kepenklerini baskıcı dükkânlarının
  kapadı birer birer,
   bir daha açılmamak üzere.

Recep yine hızla geçip
 dönerken.  
  fırlattı kibriti Ömer’e.
Ali masanın üstünde yatıyor yüzükoyun
   sırtı yarılmış gömleğinin.

Aysel su dökmeye gitti.
Necla dedi ki Vedat’a :
 «-- Kardeşim
 götürmeyelim bu sıska kızı.
 Belsoğukluğu var.
 İzmit’te aldı geçen sene.
 Her tarafı akıyor bunun.
 Hem inanma yalan
  Kadıköylü değildir.»

Denizde balık kokusu
döşemelerde tahta kurularıyla gelir
  Haydarpaşa garında bahar.

Üçüncü mevki bekletme salonunda
 tahta kanepelere değil
 kapıya yakın
 duvarın dibine
 betona çömelmişler,
mavi düğmeler mintanlarında
dizleri parçalanmış sarı şayak poturlarının,
kırmızı sakallı iki Bulgarya muhaciri.
Öfkesiz, kederiyle  konuşuyor, biri :

 «--Yövmilbeter,
 beterden beter.
 Sonra yeter.
 Paranın, tuncu.
 İnsanın piçi.
 Hepsi mi ama
  iyisi de var.»

Dışarda
peronların orda kalktı 15:45 katarı.
Bu tiren
yataklı vagonuna rağmen
  tirenlerin en külüstürüdür,
   altı kuruşluk cıgara gibi bir şey.

Galip Usta selametleyip mahkûmları
girdi üçüncü mevki bekleme salonuna.
Oturdu baskıcı Ömer’in az ötesine.
Ali masanın üzerinde yatıyor yüzükoyun.
Recep ansızın durdu önünde ölü kaloriferin,
ibreyi soğuktan sıcağa, sıcaktan soğuğa çevirdi,
sonra bir tekme attı borulara,
sonra bağırdı avaz avaz:
«--Kesmeli yeryüzünde tekmil çıfıtları.
    Tez gel bre Hitler Amca nerdesin?»

Kaçakçıydı Recep
ve sabahtan beri gelmeyen Moiz
  eroin getirecekti.
Galip Usta ne dost ne düşmandı Hitler’e.
Fakat Recep’e kızdı.
Baktı Bulgaryalı muhacirlere.
Yine aynı öfkesiz kederiyle konuşuyordu
  kırmızı sakallılardan biri :
«--…..gider İbrahim Peygambere der ki herif
       kargalar gördüm,
 gübreden kalkıp,
 dallara konup,
 ezanlar okuyorlar.
 Bir adam gördüm
 oturmuş derenin başına;
 yol vermiyor aksın
 içiyor tekmil suyunu
 Geyikler gördüm;
 kaçıp girmezler,
 koşarlar peşinden avcının
 vur, diye ille bizi...
 İbrahim Peygamber der ki herife :
 O kargalar ki gördün
 imamlar, hocalardır.
 Gübredir mekânları,
 okurlar ezanları...
 Düvellerdir dereyi içen adam;
 halkın kanını içer,
 doymazlar, içer içer,
 bırakmazlar ki aksın
  dere bildiği gibi.
 Gördüğün geyikler günahlarımızdır:
 koşarlar avcılara.
 Avcılar: para.»

Ali masanın üzerinde yatıyor yüzükoyun
 sırtı yarılmış gömleğinin
  kumral başı bileklerinde.

Recep bağırdı :
 «--Burası sabahçı kahvesi mi, otel odası mı be
     Delikanlı uyan»
Ali kımıldamadı.
«--Sana diyoruz.» ‘
Ali kımıldamadı.
Ali cevap vermedi Recep’e.
Tuttu delikanlıyı Recep
  çevirdi arka üstü.
Ali’nin başı düştü.
Ali çoktan ölmüştü.


Nazım Hikmet Ran

66. Sone

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e 
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.

William Shakespeare

Çeviri:Can Yücel

14 Mayıs 2008 Çarşamba

kalbim uzaklarda bilinmez bir yerlerde
tarifi kül yeri meçhul
müphem bir demde
sonsuz topraklar ve gökyüzü sakladılar onu
sır oldu gitti bir karanlık seherde

rüzgarlar taşıyor kokusunu
yakında, duyuyorum nefesini
şimdi o sanki kollarımda
söylediğim bir ninni
öyle yakın, öyle yakıcı, öyle sahi...

Zuhal Olcay
"Raskolnikov yürürken... "Nerede okumuştum, hani bir idam mahkumu ölümünden biraz önce şöyle söylemiş ya da düşünmüştü: 'Yüksek ve sarp bir kayalıkta, ancak iki ayağımın sığabileceği, dar bir çıkıntıda, dört bir yanım uçurumlar, okyanuslar, sonsuz bir gece, sonsuz bir yalnızlık ve hiç bitmeyecek bir fırtınayla sarılmış durumda yaşamak zorunda olsam ve bütün ömrümce, bin yıl boyunca, hatta sonsuza kadar o bir karış toprakta durmamda gerekse o şekilde yaşamak, şu anda bir yarım saat içinde ölecek olmaktan çok daha iyidir.' Yeterki yaşasındı, sırf yaşasın! Nasıl olursa olsun, ama yeter ki yaşasın!"

Dostoyevski


*Suç Ve Ceza'dan

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Üsul:Aksak
Makam:Hicaz
Güftekar:Fuat Edip Bahşi
Bestekar:Selahaddin Pınar


Bir bahar akşamı rastladım size
Sevinçli bir telaş içindeydiniz
Derinden bakınca gözlerinize
Neden başınızı öne eğdiniz

İçimde uyanan eski bir arzu
Dedi ki yıllardır aradığım bu
Şimdi soruyorum büküp boynumu
Daha önceleri nerelerdeydiniz

Tasavvuf..

Hiçbir kişi bilmez bizi biz ne işin içindeyiz
Ne hırsımız baydır bizim ne nefsimiz içindeyiz

Bir kimsenin devletine ta'nediben biz gülmeyiz
Ne münkiriz alemlere ne Tersanın haçındayız

Biz bunun neliğin bildik dünyanın nesine kaldık
Arzumuz nefs için değil dünya teferrücündeyiz

Yunus aydır her sultanım özge şahım vardır benim
Ko dünya altın gümüşün ne bakur u tuncundayız

Yunus Emre

11 Mayıs 2008 Pazar

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği
İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin
İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına
Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın
Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
Ataol Behramoğlu
...Seviyorum seni
ekmeği tuza banıp yer gibi

Geceleyin ateşler içinde uyanarak
ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi

Ağır posta paketini
neyin nesi belirsiz
telaşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi

Seviyorum seni
denizi ilk defa uçakla geçer gibi

İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık
içimde kımıldayan birşeyler gibi

Seviyorum seni
Yaşıyoruz çok şükür der gibi...

Nazım Hikmet Ran

5 Mayıs 2008 Pazartesi

Adam Olmak

çevrende herkes şaşırsa bunu da senden bilse
sen aklı başında kalabilirsen değer
herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır
hem kendine güvenebilirsen eğer
bekleyebilirsen usanmadan
yalanla karşılık vermezsen yalana
kendini evliya sanmadan
kin tutmayabilirsen kin tutana

düşlere kapılmadan düş kurabilir
yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer
ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir
ikisini de vermeyebilirsen eğer
söylediğin gerçeği büken düzenbaz
kandırabilir diye safları dert edinmezsen
ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz
koyulabilirsen işe yeniden
döküp ortaya varını yoğunu
bir yazı turada yitirsen bile
yitirdiklerini dolamaksızın dile
baştan tutabilirsen yolunu
yüreğine sinirine dayan diyecek
direncinden başka şeyin kalmasa da herkesin
bırakıp gittiği noktaya
sen dayanabilirsen tek

herkesle düşüp kalkar erdemli kalabilirsen
unutmayabilirsen halkı krallarla gezerken
dost da düşman da incitemezse seni
ne küçümser ne de büyültürsen çevreni
her saatin her dakikasına
emeğini katarsan hakçasına
her şeyiyle dünya önüne serilir
üstelik oğlum Adam Oldun demektir.

Rudyard Kipling

1 Mayıs 2008 Perşembe

Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri-5

Bizi esir ettiler,
bizi hapse attılar :
beni duvarların içinde,
seni duvarların dışında.

Ufak iş bizimkisi.
Asıl en kötüsü :
bilerek, bilmeyerek
hapisaneyi insanın kendi içinde taşıması...
İnsanların birçoğu bu hale düşürülmüş,
namuslu, çalışkan, iyi insanlar
ve seni sevdiğim kadar sevilmeye lâyık...

Nazım Hikmet Ran

Ayrılış

Bakakalırım giden geminin ardından;
Atamam kendimi denize, dünya güzel;
Serde erkeklik var, ağlayamam...

Orhan Veli Kanık