16 Mayıs 2008 Cuma

Memleketimden İnsan Manzaraları 1. Kitap 1. Bölüm

I

Haydarpaşa garında
1941 baharında
    saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
                  yorgunluk
                      ve telaş.
Bir adam
 merdivenlerde duruyor
             bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Burnu sivri ve uzun
yanaklarının üstü çopur.
Merdivenlerdeki adam
    -Galip Usta-
           tuhaf şeyler düşünmekle meşhurdur:
«Kaat helva yesem her gün» diye düşündü
                            5 yaşında.
«Mektebe gitsem» diye düşündü
                  10 yaşında.
«Babamın bıçakçı dükkanından
Akşam ezanından önce çıksam» diye düşündü
                             11 yaşında.
«Sarı iskarpinlerim olsa
kızlar bana baksa»
diye düşündü
                  15 yaşında.
«Babam neden kapattı dükkanını?
Ve fabrika benzemiyor babamın dükkanına»
                         diye düşündü
                         16 yaşında.
«Gündeliğim artar mı?» diye düşündü
                          20 yaşında.
«Babam ellisinde öldü,
ben de böyle tez mi öleceğim?»
                    diye düşündü
                     21 yaşındayken.
‘‘İşsiz kalırsam’’diye düşündü
                  22 yaşında.
«İşsiz kalırsam» diye düşündü
                  23 yaşında.
«işsiz kalırsam» diye düşündü
                  24 yaşında.
Ve zaman zaman işsiz kalarak
«İşsiz kalırsam» diye düşündü
                   50 yaşına kadar.
51 yaşında «İhtiyarladım.» dedi
        «babamdan bir yıl fazla yaşadım.»
Şimdi 52 yaşındadır.
İşsizdir.
Şimdi merdivenlerde durup
            kaptırmış kafasını
                düşüncelerin en tuhafına:
«Kaç yaşında öleceğim?
Ölürken üzerimde yorgan olacak mı? »
                             diye düşünüyor
Burnu sivri ve uzun.
Yanaklarının üstü çopur.


Denizde balık kokusuyla
döşemelerde tahtakurularıyla gelir
               Haydarpaşa garında bahar.
Sepetler ve heybeler
 merdivenlerden inip
          merdivenleri çıkıp
                 merdivenleri tutuyorlar.
Polisin yanında bir çocuk
         -tahminen beş yaşında-
                   iniyor merdivenleri.
Nüfusta kaydı yok
fakat ismi Kemal.

Merdivenleri bir heybe çıkıyordu
                  bir halı bir heybe.

Merdivenlerden inen Kemal
                yapa yalnızdı
                   -kundurasız ve gömleksiz-
                          ortasında kainatın.
Açlığından başka bir şey hatırlamıyor
                           bir de hayal meyal
                     karanlık bir yerde bir kadın.

Merdivenleri çıkan heybenin
kırmızı,mavi,siyahtı nakışları.
Halı heybeler
    ata, katıra, yalıya binerlerdi eskiden,
şimdi şimendifere biniyorlar.

Merdivenleri bir kadın iniyor.
Çarşaflı
    şişman
Adviye Hanım.
An-asıl Kafkasyalı
1311’de kızamık
       1318’de gelin oldu.
Çamaşır yıkadı.
Yemek pişirdi.
Çocuk doğurdu.
Ve biliyor ki öldüğü zaman
                bir şal koyacaklar tabutuna
                            selatin camilerinden
Bir damadı imamdır.


Merdivenlerin üstünde güneş
                bir baş yeşil soğan
                ve bir insan:
                Ahmet Onbaşı.
Balkan Harbine gitti.
Seferberlikte gitti.
Yunan Harbinde gitti.
‘‘Ha dayan hemşerim sonuna vardık’’
                            sözü meşhurdur.

Merdivenlerden bir kız çıkıyordu.
Çorapta çalışır.
-Tophane caddesi,Galata-
Atifet on üç yaşındadır
Galip usta baktı Atifet’e,
«Evlenseydim eğer
      torunum olurdu bu kadar»
                   diye düşündü.
«Çalışırdı, bana bakar»
                   diye düşündü.
Sonra birdenbire aklına Şevkiye geldi.
Emin’in kızı.
Mavi mavi gözleri vardı.
Geçen sene daha adet görmeden
                Şahbaz’ın arsasında bozmuşlardı.

Sepetler ve heybeler
              merdivenlerden inip
                   merdivenleri çıkıp
                        merdivenlerde duruyorlar

Ahmet onbaşı
-yine askerdi-
yetişti halı-heybeye.
Öptü elini.
Halı-heybe
     Ve mavi mintan,palto,siyah şalvar
                      Ve keten lastik iskarpinler,
                      Fötür şapka,sakal
                      Ve lahuri şal
                                  Kuşak
         Onbaşının omzunu okşayarak:
‘-Hayıflanma birkaç kalem borç için’ dedi,
‘hane halkını sıkıştırmayız.
 Yalnız biraz faiz biner.’

Haydarpaşa koynunda
Martılar inip kalkıyor
          Denizde leşlerin üstünde.
İmrenilir şey değil
          Martıların hayatı.

Garın saati
      Üçü beş geçiyor.
Siloların orda
         Buğday yüklüyorlar
                           İtalyan bandıralı bir şilebe.

Ayrıldı onbaşıdan halı-heybe
                   gara girdi.

Merdivenlerde güneş
          yorgunluk
               ve telaş
          ve altın başlı kelebek ölüsü var.
Kocaman insan ayaklarına aldırmadan
Bembeyaz,upuzun taşın üstünde
           taşıyor karıncalar kelebeğin ölüsünü.

Adviye Hanım
Sokuldu polis efendiye.
Bir şeyler konuşuldu.
Okşadı çocuk Kemal’i.
Ve hep beraber
       karakola gittiler.
Ve her ne kadar
        bir daha görülmeyecekse de
                    hayal meyal
        karanlık bir yerlerde hatırlanan kadın
                      çocuk Kemal
                         yapayalnız değil artık ortasında kainatın.
Bir parça bulaşık yıkayıp
         Biraz su taşıyacak
Ve Adviye Hanımın dizi dibinde yaşayacak.


Merdivenleri mahkumlar çıkıyordu.
Şakalaşıp
   gülüşerek.
Üç erkek
bir kadın
ve dört jandarma.
Erkekler kelepçeli
kadın kelepçesiz
jandarmalar süngülü.

Merdivenler üstünde bir kayısı gülü
                     Bir cıgara paketi
                            Bir gazete kadı.

Mahkumlar durakladı.
Jandarma Hasan
     Tokalaştı Ahmet Onbaşıyla.

Jandarma Haydar 
     Aldı yerden boş paketi
                  Soktu cebine.
Ve mahkum kadın
      boynuna atılan Atıfet’i
            öptü iki yanağından.
Eğilip baktı kelepçeli Halil
kayısı gülünün yanındaki gazete kadına:
   ‘Tek sütunluk bir nefer.
    Üniforması belli değil.
    Tıraşı uzun.
    Beyaz sargılar var başında.
    Sargılarda kan.
    Sonra tayyareler
              -kanatlı köpek balıkları gibi-
                   ‘pike bombardıman’
                                diye yazıyor.

Sonra bir liman:
      Küçük, beyaz daireler çizili üzerinde.
İsmini okuyamadı,
Mürekkebi gaz lekesi dağıtmış.’

Üç bayan
çıkar merdivenleri koşarak
           -sivri külahlarıyla
                mantar iskarpinleriyle-
banliyö yolcuları.

Kelepçeli Süleyman
            Bayanları gördü.
Genç bir kadın geçirdi yüreğinden.
Kayısı gülünü nişanlayıp
               Tükürdü.
Kelepçeli Fuat
       Seslendi Galip Ustaya:       
  
«--Usta.
yine tuhaf şeyler düşünüyorsun.»
«--Düşünüyorum evlat.
Geçmiş olsun.»
«--Eyvallah usta..
Düşünmek değiştirmez hayatı.»

Fuat
tersanede tesviyeci,
19 yaşında girdi hapise
  üç arkadaş perdeleri indirip
  bir kitap okudukları için.
Ve yatıyor iki yıldır.
Şimdi içerilere gönderiyorlar.

Galip Usta
bu sefer
 dehşetli bir şeyler düşünerek
  bakıyor kelepçesine Fuat’ın,
bugüne dek
 farkına varmadan biriken şeyler
 yığınla
  üst üste
   hep beraber
 tıkacını atan bir çeşme suyu gibi
   bulanık
    berrak
 akıyordu kafasının  içini doldurarak:
«Ne kadar çok fabrika var İstanbul’da,
   Türkiye’de ne kadar çok,
dünyada ne kadar çok, sayılamayacak kadar.
Dün akşam tornacı Ayyaş Kadir’in
Ölüsünü buldular
üniversite kapısında
  — bayılmış kız, talebelerden biri –
Ne kadar çok kayış, kasnak
  ne kadar çok volan
   ne kadar çok motor
dönüyor, ha babam dönüyor, ha babam dönüyor, dönüyor,
ne kadar çok  adam,  ne kadar çok adam
işsiz  kalırsam, diye düşünüyor,
Mürettip Şahap Usta kör oldu
   dileniyor matbaalarda.
Dokuma tezgâhları, fireye tezgâhları, torna tezgahları,
şahmerdanlar, merdaneler,
pulanyalar,
 pulanyalar
  pulanyalar
---Galip Usta  pulanyacıydı.---
Kim bilir dünyada ne kadar
  ne kadar çok issiz var.
Ama askere almışlardır.
Asker olunca işsiz adam
  artık işsiz  sayılmaz mı?»

«--Yine derinlere daldın  ustam.»

Galip Usta dokumdu  Fuat’ın kelepçesine:
«--Allah sonsumuzu…
 «-- ürktü kendi sesinden
   ….hayreyleye evlat,»
      dedi.

İnce siyah bıyıklarıyla Fuat
   gülümsedi:
«--- Hayırdır mutlak sonumuz..»

Ustanın çipil gözleri ıslak
 titriyor uzun burnu.
Ve etrafa belli etmeden
 koydu Fuat’ın cebine
  elli beş kuruşundan yirmi kuruşunu.

Garın saati on beşi sekiz geçiyor.
I5:45’de kalkar bu tren
Üçüncü mevki bekleme salonunda
  oturup
   dolaşıp
    uyuyorlar yüzükoyun
Kalkacak herhangi tirenle ilgileri yok.

Baskıcı Ömer
sakalı avuçlarında
betonun üzerinde çıplak ayakları
oturuyor iki büklüm sabahtan beri.
Ve yine sabahtan beri Ömer’in Önünde
  aşağı, yukarı, ileri, geri
   volta vuruyor Recep.
İnce uzun kotları kalkıp inip
 görünmez bıçakları atıp tutar gibi elleri
Ali  malının  masanın üzerinde yatıyor yüzükoyun
  sırtı yarılmış gömleğinin
   kumral başı bileklerimde.
Üçüncü  mevki  bekleme salonunda
 oturup
  dolaşıp
   yüzükoyun uyuyorlar
Kalkacak herhangi tirenle yok alakaları

Aysel :
Yaşıı belli değil.
Belki on üç, belki yirmi.
Esmer
Kuru.
Kur...
Necla:
on beş yaşında var yok.
Burnu  kıpkırmızı
  yüzü değirmi.
Ve insanı şaşırtacak katlar büyük
yeşil empermablin altında memeleri
Vedat :
18 yaşımda.
Top ense, altı oklu beyaz kıravat
   ve sivilceler.

Vedat konuşuyor:
 «--Hiçbir yere benzemez. Bursa hamamları.
 Hele Ferahfeza
 Bahçe içinde bir otel.
 Müşteriler temiz.
 Vizite üç papel.
 Biri patrona kalıyor,
 Geçen sene bir Ermeni kızı götürdüm,
 Kurnazdır  Ermeni milleti
  bizim Türklere benzemez.
 Dünyalığı düzeltti.
 Drahoması tamam.
 Mâlum  ya  gâvur  âdeti.
 Şimdi nişanlıdır.»

Aysel sordu:
 «--Sana ne vereceğiz.?»
 «--Ben  beşer kâat alırım  patrondan
   hesabınıza,
    komisyon.

Mevsimidir,
kızlar  bir  tutarsanız;
günde on beş kere
  belki daha çok.
  Bir hesapla ne eder?
Has malları görsün Bıırsa’nın gözü.
Kadıköylüdür diye yazdı gazeteler
İstanbul kızlarının en güzelleri.»

Sabahtan beri
 ilk defa
doğruldu olduğu yerde baskıcı Ömer.
Seslendi Recep’e:,
«--Bir cıgara ver.»
 Hızla önümden geçti Recep
   ve dönerken
   fırlattı cıgarayı.

Babası müftüydü baskıcı Ömer’in.
Evin içinde kuka teşbihler, kılaptan seccadeler.
el yazma müzehhep Mushafları hattat Osman’ın:
fakat bir tek han hamam tapusu
  bir tek konsilit.
bit tek Hicaz demiryolu tahvili yoktu.
Müftü Elendi bembeyaz, şişman bir adam
   Ömer hastalıklı bir çocuktu.
Arabi öğrenemedi.
Farisi, öğrenemedi.
Ahmetliye kitabında cennet kapılarına bakıp
 «--tıpkısıydı bunlar Dolmabahçe kapısının»
   başladı nakışları çizmeye
Müftü vefat etti Meşrutiyetten evvel.
Meşrutiyette kadınlar dağıldılar
  seccadeleri ve tesbihleri götürerek.
O hengâmede
 Ömer yirmi  yaşındaydı demek.
Hattat Osman’ın’ mushaflarını  Parizyana’da yedi.
Gönüllü asker oldu  Balkan Harbinde.
Seferberlikte esir düştü,
döndü ve başladı Kalpakçılar başında baskıcılığa.
Ahmediye’nin Firdevs kapılarındaki nakışlar
  patiskalar üzerinde açılmaya başladılar..

Tahta kalıp ,
 tahta kaşık
  tahta dükkan
ve akşamları şarap dolu kırmızı testi
ve esaretten kalma biraz gulamperesti
  bahtiyar yaşıyordu müftü zade Ömer Efendi.
Ta ki İtalya’dan
 hazır kâat modeller gelene kadar.
Zira kâat modeller
 kepenklerini baskıcı dükkânlarının
  kapadı birer birer,
   bir daha açılmamak üzere.

Recep yine hızla geçip
 dönerken.  
  fırlattı kibriti Ömer’e.
Ali masanın üstünde yatıyor yüzükoyun
   sırtı yarılmış gömleğinin.

Aysel su dökmeye gitti.
Necla dedi ki Vedat’a :
 «-- Kardeşim
 götürmeyelim bu sıska kızı.
 Belsoğukluğu var.
 İzmit’te aldı geçen sene.
 Her tarafı akıyor bunun.
 Hem inanma yalan
  Kadıköylü değildir.»

Denizde balık kokusu
döşemelerde tahta kurularıyla gelir
  Haydarpaşa garında bahar.

Üçüncü mevki bekletme salonunda
 tahta kanepelere değil
 kapıya yakın
 duvarın dibine
 betona çömelmişler,
mavi düğmeler mintanlarında
dizleri parçalanmış sarı şayak poturlarının,
kırmızı sakallı iki Bulgarya muhaciri.
Öfkesiz, kederiyle  konuşuyor, biri :

 «--Yövmilbeter,
 beterden beter.
 Sonra yeter.
 Paranın, tuncu.
 İnsanın piçi.
 Hepsi mi ama
  iyisi de var.»

Dışarda
peronların orda kalktı 15:45 katarı.
Bu tiren
yataklı vagonuna rağmen
  tirenlerin en külüstürüdür,
   altı kuruşluk cıgara gibi bir şey.

Galip Usta selametleyip mahkûmları
girdi üçüncü mevki bekleme salonuna.
Oturdu baskıcı Ömer’in az ötesine.
Ali masanın üzerinde yatıyor yüzükoyun.
Recep ansızın durdu önünde ölü kaloriferin,
ibreyi soğuktan sıcağa, sıcaktan soğuğa çevirdi,
sonra bir tekme attı borulara,
sonra bağırdı avaz avaz:
«--Kesmeli yeryüzünde tekmil çıfıtları.
    Tez gel bre Hitler Amca nerdesin?»

Kaçakçıydı Recep
ve sabahtan beri gelmeyen Moiz
  eroin getirecekti.
Galip Usta ne dost ne düşmandı Hitler’e.
Fakat Recep’e kızdı.
Baktı Bulgaryalı muhacirlere.
Yine aynı öfkesiz kederiyle konuşuyordu
  kırmızı sakallılardan biri :
«--…..gider İbrahim Peygambere der ki herif
       kargalar gördüm,
 gübreden kalkıp,
 dallara konup,
 ezanlar okuyorlar.
 Bir adam gördüm
 oturmuş derenin başına;
 yol vermiyor aksın
 içiyor tekmil suyunu
 Geyikler gördüm;
 kaçıp girmezler,
 koşarlar peşinden avcının
 vur, diye ille bizi...
 İbrahim Peygamber der ki herife :
 O kargalar ki gördün
 imamlar, hocalardır.
 Gübredir mekânları,
 okurlar ezanları...
 Düvellerdir dereyi içen adam;
 halkın kanını içer,
 doymazlar, içer içer,
 bırakmazlar ki aksın
  dere bildiği gibi.
 Gördüğün geyikler günahlarımızdır:
 koşarlar avcılara.
 Avcılar: para.»

Ali masanın üzerinde yatıyor yüzükoyun
 sırtı yarılmış gömleğinin
  kumral başı bileklerinde.

Recep bağırdı :
 «--Burası sabahçı kahvesi mi, otel odası mı be
     Delikanlı uyan»
Ali kımıldamadı.
«--Sana diyoruz.» ‘
Ali kımıldamadı.
Ali cevap vermedi Recep’e.
Tuttu delikanlıyı Recep
  çevirdi arka üstü.
Ali’nin başı düştü.
Ali çoktan ölmüştü.


Nazım Hikmet Ran

Hiç yorum yok: