31 Mayıs 2008 Cumartesi

Faust

"....İçinde sıkışıp kaldığım şu zindandan farksız oda ruhumu karartıyor. Kendimi ayaklar altına
alınmış bir solucana benzetiyorum. Okuduğum yüzlerce kitap bana ne
kazandırdı? Acizliğimi, cehaletimi, insanların her yerde azap çektiklerini öğrendim. Boş kafatası! Ne
diye karşımda durmuş öyle sırıtıyorsun? Vaktiyle senin beynin de gerçeği bulmak ümidiyle didinip
durmamış mıydı?..."


*Goethe(Faust'tan)

29 Mayıs 2008 Perşembe

Faust

"...Üç büyük melek öne çıkar:

İSRAFİL: Güneş yaratıldığı günden beri, kardeş kürelerle birlikte, ahenk içinde ve yıldırım süratiyle seyahatine devam ediyor.Hiç bir fâninin hikmetine nüfuz edemeyeceği bu muhteşem eserler, akıllara durgunluk verirken; sanatkarına da perestiş ettiriyor.

CEBRAİL: Dünya da Güneş’in cazibesine kapılmış giderken, kendi ekseni etrafında baş döndürücü bir hızla dönüyor; gece ve gündüz zamanı aralarında paylaşıyor. Denizler, kayalara çarparak köpürdükleri halde, dalgalar aldıkları emre uyup geri dönüyor; karalara hücum etmiyor. Denizler kadar, dağlar da kürenin hızına ayak uydurmuş; durmadan fezada yüzüyor.

MİKAİL: Kasırgalar yeryüzünde bu ahengin tesadüfî olmadığını göstermek için karada ve denizde gürleyerek dehşet saçıyor. O sırada göklerden bir ses işitiliyor; şimşekler çakıyor, yeryüzünü aydınlatıyor, insanları uyandırıyor. Ey yüce Allah’ım! Yalnız senin elçilerin bu gümbürtülerin gerçek hikmetini kavrayıp seni takdis ediyorlar.

ÜÇÜ BİRLİKTE: Hiç kimse hikmetine tam nüfuz edemediği halde, senin bakışın meleklere kuvvet veriyor. Bütün o yüksek eserlerin, ilk günkü kadar ihtişamlı duruyor.

MEFİSTO: Ey yüce Allah’ım! Beni meleklerin kadar sevmediğini biliyorum. Onlar gibi seni övecek dilden mahrumum. Fezadaki bütün mahluklar benimle alay etseler de, vazifeme devam edeceğim. İnsanları azap içinde inlerken görmek kadar bana zevk veren bir şey yoktur. Dünyanın küçük tanrısı hep aynı halde ve ilk günkü gibi bahşettiğin o küçücük ışığa güveniyor. Akıl adını verdiği bu ışığı hayvanlardan daha hayvan olma yolunda kullanıyor. Affınıza sığınarak, ben onu otlar arasında dolaşan, oraya buraya sıçrayarak şarkı söyleyen şu uzun bacaklı ağustos böceğine benzetiyorum. Hep otların arasında dolaşsa yine iyi; ama her pisliğe burnunu sokmaktan çekinmiyor.

ALLAH: Bana söyleyecek daha iyi sözlerin yok mu? Sen hep yeryüzünde kötü şeyleri mi görürsün?

MEFİSTO: Hayır, Allah’ım!Yeryüzünde sefalet, alçaklık, nefret, intikam, zulüm devam ettikçe; insanlar pençemden kurtulamazlar.

ALLAH: Ben onları imtihan ediyorum.

MEFİSTO: Onlar da hep kaybedecekler..."

*Goethe

26 Mayıs 2008 Pazartesi

...See, I think there's a plan. There's a design for each and every one of us. You look at nature. Bird flies somewhere, picks up a seed, shits the seed out, plant grows. Bird's got a job, shit's got a job, seed's got a job. And you've got a job...


*Cold Mountain filminden

24 Mayıs 2008 Cumartesi

"...Seni sevdim, seni birdenbire değil usul usul sevdim
"Uyandım bir sabah" gibi değil, öyle değil
Nasıl yürür özsu dal uçlarına
Ve günışığı sislerden düşsel ovalara
...
Seni sevdim..."

Gülten Akın

Kestim Kara Saçlarımı

Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön
Yasaktı yasaydı töreydi dön
İçinde dışında yanında değilim
İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi
Bu nasıl yaşamaydı dön

Onlarsız olmazdı, taşımam gerekti, kullanmam gerekti

Tutsak ve kibirli -ne gülünç- 
Gözleri gittikçe iri gittikçe çekilmez
İçimde gittikçe bunaltı gittikçe bunaltı
Gittim geldim kara saçlarımı öylece buldum

Kestim kara saçlarımı n'olacak şimdi
Bir şeycik olmadı - Deneyin lütfen -
Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım
Günaydın kaysıyı sallayan yele
Kurtulan dirilen kişiye günaydın

Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi
Bir yaşantı ile karşılayanlara
Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum

Gülten Akın

23 Mayıs 2008 Cuma

İntihar


Sen tam tabancayı
Şakağına dayamışsın;
Kapı açılıveriyor
Ve üstündekileri
Bir bir fırlatıp atan
Bir leylak sesi...

Cemal Süreya

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Sular yükselince, balıklar karıncaları yer... Sular çekilince de karıncalar balıkları yer... Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmesin.. Çünkü kimin kimi yiyeceğine "suyun akışı" karar verir...

Afrika Ata Sözü

19 Mayıs 2008 Pazartesi

Gençlik ve Spor Bayramı

Ankara Genç İşadamları Derneği bir “gençlik araştırması” yaptırdı.
Sonuçlardan çıkan manzara şu:
Gençlerin kafası karışık...
* * *
Ailelerinden dayak yiyorlar.
“Kendine kimi örnek alıyorsun?” diye sorunca, “Anne babamı” diyorlar.
* * *
Sigara ve içki içiyorlar.
En çok askere ve dine güveniyorlar.
* * *
Siyaseti takip etmiyorlar.
Ama “Siyasi yelpazedeki yeriniz?” diye sorunca, ağırlıkla “Milliyetçi-muhafazakâr” seçeneğini işaretliyorlar.
Yurtlarını çok seviyorlar yani...
Aynı gençler, “Yurtdışında yaşamak ister misiniz?” sorusuna yüzde 80 oranında “Evet” diye kafa sallıyorlar.
Yurdun en çok dışını seviyorlar.
* * *
“Türkiye AB’ye girsin mi”ye “Hayır” cevabı veriyorlar.
Yani?
“Ülkem dursun, ben gireyim” diyorlar.
* * *
“Milliyetçi gençler”, gazete okumuyor; televizyonda da sadece eğlence programı izliyorlar.
Polat gibi şekil yapmak, Koç gibi para kazanmak, Acun gibi sahillerde “sabaha kadar eğlence”ye dalmak istiyorlar.
* * *
Çoğu Türkiye’nin geleceğinden umutsuz...
Kendi geleceklerinden ise umutlular.
Yani?
“Ülkem batar, ben yırtarım” sanıyorlar.
* * *
“Ülkem varsa ben de varım”, “Ülkem batarsa ben de batarım”, hatta “Ülkemi batmaktan ancak ben kurtarırım” diyen kuşakları birbirine kırdırıp darağaçlarında, cezaevlerinde yok ettiler.
“Kitap günah, örgütlenmek yasak, siyaset tuzak” diye diye, dayağı, magazini, içi kof bir milliyetçiliği vere vere, her koyunun kendi bacağından asıldığını söyleye söyleye, “Okumadan da yırtmak mümkün”ü işleye işleye, siyasete aklı ermeyen, gözü dışarıda, “Polatist” umutsuzlar yarattılar.
* * *
Madem manzara böyle, ben de gençlerin yurtdışında yırtmış idollerinden Mert İçgören’in, gençler arasında pek yayılmış şarkılarından biriyle kutlayayım, yeni kuşağın Gençlik ve Spor Bayramı’nı:
“Üç gün üç gece/ Bodrum’da eğlence/
Yanımda Ceylan, Merve ve Ece/
Teker teker ya da hep birlikte/
Üç gün üç gece, sabaha kadar eğlence.../
Kızı uçağa koydum/ iki tane kız buldum/
İyice yağladım, sonra güneşe koydum/
İki saat beklettim, çıkarıp soydum/
İkisini de yedim, ohhh doydum.”
* * *
Bayramınız afiyetli olsun!

Can Dündar

18 Mayıs 2008 Pazar

Söylesem anlar mısınız ben çıkamadım içinden
İzlenip fişlenmeler maksat kolaylık
Arada ağlar mısınız siz de yerli yersiz
Gizlenip saklanmalar el mecburiyetten
Ah kelimeler dünyası züğürdün rüyası
İçinizden hanginiz cesursa öne çıksın hemen
Ama bence kaçın düello bu, kaçın manasız
Yarıştırılıp yarıştırılıp yatıştırılırsınız
Yola çıkmalı, yola çıkmalı
Yola çıkmalı hemen, hemen
Yola çıkmalı, yola çıkmalı
Yola çıkmalı hemen, hemen
Ne isem ne kadar isem kabullendim gitti
Hani yetebilseydim değiştirirdim vitrini
Azıcıkmışım anladım görüp hissettikçe
Suyun, ağacın, toprağın bilgeliğini
Sezen Aksu

Arabesk

"...Derken küçük araba, yüksek volümlü bir arabesk müzik konserine dönüşüverdi. Kıvrık kemanlar inliyor, darbuka ve tef yanık Arap kavallarına eşlik ediyor ve insanın sinir uçlarına baskı yapan ısrarcı bir müzik, Profesör'de dinginlik ve huzur namına ne kalmışsa alıp götürüyordu. Dünyada hiçbir normal insanın böyle bir müzikten zevk alamayacağını düşündü; çünkü bu müzik türünde bir uyum aranmıyor, güzel tınılar yerine dinleyenin kulağına tornavida sokar gibi tiz bir sesle avaz avaz bağrılıyordu. Profesör bir müzik sosyologu değildi ama ülkedeki çürümenin en büyük göstergesinin bu müzik olduğuna emindi. Blues, fado, tango, rembetika gibi bir eziliş feryadı değildi bu müzik türü; onlarla arasında içtenlik farkı vardı. Adına arabesk denilen, bu kente göç müziği, yaralı bir adamın haykırışı değil, yaralanmış taklidi yapan bir adamın sahte çığlığıydı. En ünlü arabesk şarkıcılar, kıllı göğüslerini açıkta bırakan ipek gömleklerle geziyor ve pırlantalı Rolex saat takarak, spor Mercedes otomobile biniyor ve "ben ölüyorum, bitiyorum" diye hıçkırıklara gömülmüş şarkılar haykırıyorlardı. Bu müzik, sadece bir müzik olarak değerlendirilemezdi. Bu seste, Ortadoğu'ya özgü bir kaypaklık, bir kandırmaca, bir yalan, güçsüz olanı ezme, güçlünün önünde ise el etek öperek riyakarca eğilme demek olan bir yaşam üslubu vardı."


"Herkes yabancılaşmıştı, yabancılaşıyordu. Toplum kuralları ve çevremizde tahkim edildiğimiz maddi dünya, bizi bu yabancılaşmadan koruyan gardiyanlardı adeta. Yolumuzu şaşırdıkça, alışkanlık denen ılık kaplıca sularının içine gömülüp rahatlıyorduk."


Zülfü Livaneli
('Mutluluk' kitabından)

Siyah-Beyaz Anılar

Gazel

Seyreyle güzel kudret-i mevla neler eyler
Allaha sığın adl-i taala neler eyler
Canana gönül vereli ben candan usandım
Hem düşeliden derdime dermandan usandım
Suları şikest meyleri kalp hazreti haktan
Bir ane değin ettiğim isyandan usandım
Meyl eylemesem gayrisine tevbeler olsun
Bu an’e değin ettiğin isyandan usandım
Pervane gibi yanmağı ister deli gönlüm
Her şam-u seher ah ile efgandan usandım
Kalmadı firak giryesine sonra mecalim
Vuslat dilerem yarime hicrandan usandım
Işk ile enes oldı gönül geçti sivadan
Ben sohbet-i nas ülfet-i yarandan usandım
Çün zerre vefa bulmadım ihvan-ı zemandan
Şol yüzleri dost özleri düşmandan usandım
Vird edeyim ismin hemen hayret-i hakkın
Kesret ile ünsiyet-i insandan usandım
Kuddisi’ye vahşet golüben cümle siva’dan
Der her ne ki ağyar var ise andan usandım


16 Mayıs 2008 Cuma

Memleketimden İnsan Manzaraları 2. Bölüm

II
Atlantiğin dibinde upuzun yatıyorum, efendim, Atlantiğin dibinde dirseğime dayanmış. Bakıyorum yukarıya: bir denizaltı gemisi görüyorum, yukarıda, çok yukarıda, başımın üzerinde, yüzüyor elli metre derinde, balık gibi, efendim, zırhının ve suyun içinde balık gibi kapalı ve ketum. Orası camgöbeği aydınlık. Orda, efendim, orda yeşil, yeşil, orda ışıl ışıl, orda yıldız yıldız yanıyor milyonlarla mum. Orda, ey demir çarıklı ruhum, orda tepişmeden çiftleşmeler, çığlıksız doğum, orda dünyamızın ilk kımıldanan eti, orda bir hamam tasının mahrem şehveti, mahrem şehveti efendim, gümüş kuşlu bir hamam tasının ve koynuna ilk girdiğim kadının kızıl saçları. Orda rengarenk otları, köksüz ağaçları kıvıl kıvıl mahlukları deniz dünyasının, orda hayat, tuz, iyot, orda başlangıcımız, Hacıbaba, orda başlangıcımız ve orda hain, çelik ve sinsi bir denizaltı gemisi. 400 metroya kadar sızıyor ışık. Sonra alabildiğine derin alabildiğine derin karanlık. Yanlız ara sıra acayip balıklar geçiyor karanlığın içinde ışık saçarak. Sonra onlar da yok. Artık dibe kadar inen kat kat kalın sular kati ve mutlak ve en dipte ben. Ben, upuzun yatıyorum, Hacıbaba, upuzun yatıyorum dibinde Atlantiğin dirseğime dayanmış, bakıyorum yukarlara. Avrupa Amerika' dan Atlantiğin yüzünde ayrıdır dibinde değil. Gazgemileri gidiyor yukarda, çok yukarda, birbiri peşi sıra. Omurgalarının altını görüyorum, omurgalarının altını. Dönüyor keyifili keyifli pervaneleri. Dümenleri ne tuhaf suyun içinde İnsanın tutup tutup kıvırası geliyor. Köpekbalıkları geçti gemilerin altından, karınlarını gördüm ağızları da orda. Gemiler şaşırdılar birdenbire, herhalde köpekbalıklarından değil. Denizaltı gemisi bir torpil attı, efendim bir torpil. Gemilerin dümenlerine baktım: telaşlı ve korkaktılar. Gemilerin omurgalarında imdat arar gibi bir hal vardı, gemiler bir bıçak darbesinden en yumuşak yerini karnını saklamak isteyen insanlara benziyorlardı. Denizaltılar birden üç oldular, derken, altı, yedi, sekiz. Gazgemileri düşmana ateş açarak insanlarını ve yüklerini suya döküp saçarak batmaya başladılar. Mazot, gaz, benzin, tutuştu yüzü denizin. Bir alev deryasıdır şimdi yukarda akan, yağlı ve yapışkan bir alev deryası efendim. Kıpkızıl, gömgök, kapkara, arzın ilk teşekkülü hengamesinden bir manzara. Ve denizin yüzüne yakın suyun içi allak bullak. Köpürüp, dağılıp parçalanmalar. Yukardan dibe doğru inen gazgemisine bak. Gece uykuda gezenler gibi bir hali var: lunatik. Geçti kargaşalığı, girdi deniz dünyasının cennetine. Fakat durmadan iniyor. Kayboldu ıslak karanlıkta. Artık baskıya dayanamaz, parçalanır. ve direği, efendim, bacası yahut nerdeyse yanıma düşer. Yukarda insanla dolu denizin içi. Bir tortu gibi dibe çöküyorlar tortu gibi çöküyorlar, Hacıbaba. Baş aşağı, baş yukarı, uzanıp kısalıyor, bir şeyler aranıyor kolları bacakları. Ve hiçbir yere, hiçbir şeye tutunamadan onlarda iniyorlar dibe doğru. Birden bire bir denizaltı düştü yanıbaşıma. Parçalanmış bir tabut gibi açıldı köprüüstü kaportası ve Münihli Hans Müller dışarı çıkıverdi. 39 ilkbaharında denizaltıcı olmadan önce Münihli Hans Müller Hitler hücum kıtası altıncı tabur birinci bölük dördüncü mangada sağdan üçüncü neferdi. Münihli Hans Müller üç şey severdi: 1-Altın köpüklü arpa suyu 2-Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna. 3-Kırmızı lahana. Münihli Hans Müller için vazife üçtü: 1-Çakan bir şimşek gibi mafevke selam vermek. 2-Yemin etmek tabancanın üzerine. 3-Günde asgari üç çıfıt çevirip sövmek silsilelerine. Münihli Hans Müller'in kafasında, yüreğinde, dilinde üç korku vardı: 1-Der Führer. 2-Der Führer. 3.Der Führer. Münihli Hans Müller sevgisi, vazifesi ve korkusuyla 39 ilkbaharına kadar bahtiyar yaşıyordu. Ve Vagneryen bir operada do sesi gibi heybetli Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna'nın tereyağı ve yumurta krizinden şikayet etmesine şaşıyordu. Diyordu ki ona: -Bir düşün Anna, yepyeni bir manevra kayışı takacağım, pırıl pırıl çizmeler giyeceğim ben. Sen beyaz ve uzun entari giyeceksin, balmumundan çiçekler takacaksın başına. Tepemizde çatılmış kılıçların altından geçeceğiz. Ve mutlak hepsi erkek 12 çocuğumuz olacak. Bir düşün Anna, tereyağı, yumurta yiyeceğiz diye top, tüfek yapmazsak eğer yarın 12 oğlumuz nasıl muharebe eder?
Münihlinin 12 oğlu muharebe edemediler çünkü doğamadılar, çünkü henüz, efendim, Anna'yla zifaf vaki olmadan önce bizzat harbe girdi Hans Müller. Ve şimdi 41 sonbaharı sonlarında dibinde Atlantiğin benim karşımda durmaktadır. Seyrek sarı saçları ıslak, kırmızı sivri burnunda esef, ve ince dudaklarının kıyılarında keder. Yanı başımda durduğu halde yüzüme çok uzaklardan bakıyor, İnsanın yüzüne nasıl bakarsa ölüler. Ben biliyoum ki, o bir daha görmeyecek Anna'yı, ve artık bir daha arpa suyu içip yiyemeyecek kırmızı lahanayı. Ben bütün bunları biliyorum, efendim, ama o bütün bunları bilmiyor. Gözü bir parça yaşlı, silmiyor. Cebinde parası var, çoğalıp eksilmiyor. Ve işin tuhafı artık ne kimseyi öldürebilir ne de kendisi ölebilir bir daha. Şimdi şişecek birazdan, yükselecek yukarıya, sular sallayacak onu ve balıklar yiyecek sivri burnunu.
Ben Hans Müller'e bakıp, Hacıbaba, bunları düşünürken yanımızda peyda oluverdi Liverpul Limanından Harri Tomson. Gazgemilerinden birinde serdümendi. Kaşları ve kirpikleri yanmıştı. Gözleri sımsıkı kapalıydı. Şişman ve matruştu. Bir karısı vardı Tomson'un: tavan süpürgesi gibi bir kadın, tavan süpürgesi gibi, efendim, zayıf, uzun, titiz, temiz ve tavan süpürgesi gibi münasebetsiz. Bir oğlu vardı Tomson'un: altı yaşında bir oğlan, Hacıbaba, tombul mu tombul, pembe beyaz, sarı papa mı sarı papa. Tuttum Tomson'un elinden. Açmadı gözlerini. "-Vefat ettiniz" dedim. "-Evet " dedi, "İngiliz imparatorluğu ve hürriyeti için: Canım isterse, harp içinde bile Çörçil'e sövmek hürriyeti ve canım istemese de aç kalmak hürriyeti uğruna. Fakat değişecek hürriyette bu son bahis, harpten sonra artık işsiz ve aç kalacak değiliz. Planı hazırlıyor Lordlarımızdan biri. Adalet: ihtilalsiz. Ben İngiliz İmparatorluğu'nu dağıtmaya gelmedim, dedi Çörçil. Ben de ihtilal çıkarmaya gelmedim: buna Kenterburi başpiskoposu bizim tredünyonun reisi ve karım razı değil. Ay bek yur pardın. İşte bu kadar, nokta, son." Sustu Tomson. Ve ağzını açmadı bir daha. İngilizler fazla konuşmayı sevmezler, hele hümoru seven ölü İngilizler.
Tomson' la Müller'i yanyana yatırdım. Şiştiler yan yana, yan yana yükseldiler yukarı doğru. Balıklar Tomson'u afiyetle yediler, fakat dokunmadılar ötekisine, Hans'ın etiyle zehirlenmekten korktular anlaşılan. Hayvan deyip geçme, Hacıbaba, sen de hayvansın ama akıllı bir hayvan...

Memleketimden İnsan Manzaraları 1. Kitap 1. Bölüm

I

Haydarpaşa garında
1941 baharında
    saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
                  yorgunluk
                      ve telaş.
Bir adam
 merdivenlerde duruyor
             bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Burnu sivri ve uzun
yanaklarının üstü çopur.
Merdivenlerdeki adam
    -Galip Usta-
           tuhaf şeyler düşünmekle meşhurdur:
«Kaat helva yesem her gün» diye düşündü
                            5 yaşında.
«Mektebe gitsem» diye düşündü
                  10 yaşında.
«Babamın bıçakçı dükkanından
Akşam ezanından önce çıksam» diye düşündü
                             11 yaşında.
«Sarı iskarpinlerim olsa
kızlar bana baksa»
diye düşündü
                  15 yaşında.
«Babam neden kapattı dükkanını?
Ve fabrika benzemiyor babamın dükkanına»
                         diye düşündü
                         16 yaşında.
«Gündeliğim artar mı?» diye düşündü
                          20 yaşında.
«Babam ellisinde öldü,
ben de böyle tez mi öleceğim?»
                    diye düşündü
                     21 yaşındayken.
‘‘İşsiz kalırsam’’diye düşündü
                  22 yaşında.
«İşsiz kalırsam» diye düşündü
                  23 yaşında.
«işsiz kalırsam» diye düşündü
                  24 yaşında.
Ve zaman zaman işsiz kalarak
«İşsiz kalırsam» diye düşündü
                   50 yaşına kadar.
51 yaşında «İhtiyarladım.» dedi
        «babamdan bir yıl fazla yaşadım.»
Şimdi 52 yaşındadır.
İşsizdir.
Şimdi merdivenlerde durup
            kaptırmış kafasını
                düşüncelerin en tuhafına:
«Kaç yaşında öleceğim?
Ölürken üzerimde yorgan olacak mı? »
                             diye düşünüyor
Burnu sivri ve uzun.
Yanaklarının üstü çopur.


Denizde balık kokusuyla
döşemelerde tahtakurularıyla gelir
               Haydarpaşa garında bahar.
Sepetler ve heybeler
 merdivenlerden inip
          merdivenleri çıkıp
                 merdivenleri tutuyorlar.
Polisin yanında bir çocuk
         -tahminen beş yaşında-
                   iniyor merdivenleri.
Nüfusta kaydı yok
fakat ismi Kemal.

Merdivenleri bir heybe çıkıyordu
                  bir halı bir heybe.

Merdivenlerden inen Kemal
                yapa yalnızdı
                   -kundurasız ve gömleksiz-
                          ortasında kainatın.
Açlığından başka bir şey hatırlamıyor
                           bir de hayal meyal
                     karanlık bir yerde bir kadın.

Merdivenleri çıkan heybenin
kırmızı,mavi,siyahtı nakışları.
Halı heybeler
    ata, katıra, yalıya binerlerdi eskiden,
şimdi şimendifere biniyorlar.

Merdivenleri bir kadın iniyor.
Çarşaflı
    şişman
Adviye Hanım.
An-asıl Kafkasyalı
1311’de kızamık
       1318’de gelin oldu.
Çamaşır yıkadı.
Yemek pişirdi.
Çocuk doğurdu.
Ve biliyor ki öldüğü zaman
                bir şal koyacaklar tabutuna
                            selatin camilerinden
Bir damadı imamdır.


Merdivenlerin üstünde güneş
                bir baş yeşil soğan
                ve bir insan:
                Ahmet Onbaşı.
Balkan Harbine gitti.
Seferberlikte gitti.
Yunan Harbinde gitti.
‘‘Ha dayan hemşerim sonuna vardık’’
                            sözü meşhurdur.

Merdivenlerden bir kız çıkıyordu.
Çorapta çalışır.
-Tophane caddesi,Galata-
Atifet on üç yaşındadır
Galip usta baktı Atifet’e,
«Evlenseydim eğer
      torunum olurdu bu kadar»
                   diye düşündü.
«Çalışırdı, bana bakar»
                   diye düşündü.
Sonra birdenbire aklına Şevkiye geldi.
Emin’in kızı.
Mavi mavi gözleri vardı.
Geçen sene daha adet görmeden
                Şahbaz’ın arsasında bozmuşlardı.

Sepetler ve heybeler
              merdivenlerden inip
                   merdivenleri çıkıp
                        merdivenlerde duruyorlar

Ahmet onbaşı
-yine askerdi-
yetişti halı-heybeye.
Öptü elini.
Halı-heybe
     Ve mavi mintan,palto,siyah şalvar
                      Ve keten lastik iskarpinler,
                      Fötür şapka,sakal
                      Ve lahuri şal
                                  Kuşak
         Onbaşının omzunu okşayarak:
‘-Hayıflanma birkaç kalem borç için’ dedi,
‘hane halkını sıkıştırmayız.
 Yalnız biraz faiz biner.’

Haydarpaşa koynunda
Martılar inip kalkıyor
          Denizde leşlerin üstünde.
İmrenilir şey değil
          Martıların hayatı.

Garın saati
      Üçü beş geçiyor.
Siloların orda
         Buğday yüklüyorlar
                           İtalyan bandıralı bir şilebe.

Ayrıldı onbaşıdan halı-heybe
                   gara girdi.

Merdivenlerde güneş
          yorgunluk
               ve telaş
          ve altın başlı kelebek ölüsü var.
Kocaman insan ayaklarına aldırmadan
Bembeyaz,upuzun taşın üstünde
           taşıyor karıncalar kelebeğin ölüsünü.

Adviye Hanım
Sokuldu polis efendiye.
Bir şeyler konuşuldu.
Okşadı çocuk Kemal’i.
Ve hep beraber
       karakola gittiler.
Ve her ne kadar
        bir daha görülmeyecekse de
                    hayal meyal
        karanlık bir yerlerde hatırlanan kadın
                      çocuk Kemal
                         yapayalnız değil artık ortasında kainatın.
Bir parça bulaşık yıkayıp
         Biraz su taşıyacak
Ve Adviye Hanımın dizi dibinde yaşayacak.


Merdivenleri mahkumlar çıkıyordu.
Şakalaşıp
   gülüşerek.
Üç erkek
bir kadın
ve dört jandarma.
Erkekler kelepçeli
kadın kelepçesiz
jandarmalar süngülü.

Merdivenler üstünde bir kayısı gülü
                     Bir cıgara paketi
                            Bir gazete kadı.

Mahkumlar durakladı.
Jandarma Hasan
     Tokalaştı Ahmet Onbaşıyla.

Jandarma Haydar 
     Aldı yerden boş paketi
                  Soktu cebine.
Ve mahkum kadın
      boynuna atılan Atıfet’i
            öptü iki yanağından.
Eğilip baktı kelepçeli Halil
kayısı gülünün yanındaki gazete kadına:
   ‘Tek sütunluk bir nefer.
    Üniforması belli değil.
    Tıraşı uzun.
    Beyaz sargılar var başında.
    Sargılarda kan.
    Sonra tayyareler
              -kanatlı köpek balıkları gibi-
                   ‘pike bombardıman’
                                diye yazıyor.

Sonra bir liman:
      Küçük, beyaz daireler çizili üzerinde.
İsmini okuyamadı,
Mürekkebi gaz lekesi dağıtmış.’

Üç bayan
çıkar merdivenleri koşarak
           -sivri külahlarıyla
                mantar iskarpinleriyle-
banliyö yolcuları.

Kelepçeli Süleyman
            Bayanları gördü.
Genç bir kadın geçirdi yüreğinden.
Kayısı gülünü nişanlayıp
               Tükürdü.
Kelepçeli Fuat
       Seslendi Galip Ustaya:       
  
«--Usta.
yine tuhaf şeyler düşünüyorsun.»
«--Düşünüyorum evlat.
Geçmiş olsun.»
«--Eyvallah usta..
Düşünmek değiştirmez hayatı.»

Fuat
tersanede tesviyeci,
19 yaşında girdi hapise
  üç arkadaş perdeleri indirip
  bir kitap okudukları için.
Ve yatıyor iki yıldır.
Şimdi içerilere gönderiyorlar.

Galip Usta
bu sefer
 dehşetli bir şeyler düşünerek
  bakıyor kelepçesine Fuat’ın,
bugüne dek
 farkına varmadan biriken şeyler
 yığınla
  üst üste
   hep beraber
 tıkacını atan bir çeşme suyu gibi
   bulanık
    berrak
 akıyordu kafasının  içini doldurarak:
«Ne kadar çok fabrika var İstanbul’da,
   Türkiye’de ne kadar çok,
dünyada ne kadar çok, sayılamayacak kadar.
Dün akşam tornacı Ayyaş Kadir’in
Ölüsünü buldular
üniversite kapısında
  — bayılmış kız, talebelerden biri –
Ne kadar çok kayış, kasnak
  ne kadar çok volan
   ne kadar çok motor
dönüyor, ha babam dönüyor, ha babam dönüyor, dönüyor,
ne kadar çok  adam,  ne kadar çok adam
işsiz  kalırsam, diye düşünüyor,
Mürettip Şahap Usta kör oldu
   dileniyor matbaalarda.
Dokuma tezgâhları, fireye tezgâhları, torna tezgahları,
şahmerdanlar, merdaneler,
pulanyalar,
 pulanyalar
  pulanyalar
---Galip Usta  pulanyacıydı.---
Kim bilir dünyada ne kadar
  ne kadar çok issiz var.
Ama askere almışlardır.
Asker olunca işsiz adam
  artık işsiz  sayılmaz mı?»

«--Yine derinlere daldın  ustam.»

Galip Usta dokumdu  Fuat’ın kelepçesine:
«--Allah sonsumuzu…
 «-- ürktü kendi sesinden
   ….hayreyleye evlat,»
      dedi.

İnce siyah bıyıklarıyla Fuat
   gülümsedi:
«--- Hayırdır mutlak sonumuz..»

Ustanın çipil gözleri ıslak
 titriyor uzun burnu.
Ve etrafa belli etmeden
 koydu Fuat’ın cebine
  elli beş kuruşundan yirmi kuruşunu.

Garın saati on beşi sekiz geçiyor.
I5:45’de kalkar bu tren
Üçüncü mevki bekleme salonunda
  oturup
   dolaşıp
    uyuyorlar yüzükoyun
Kalkacak herhangi tirenle ilgileri yok.

Baskıcı Ömer
sakalı avuçlarında
betonun üzerinde çıplak ayakları
oturuyor iki büklüm sabahtan beri.
Ve yine sabahtan beri Ömer’in Önünde
  aşağı, yukarı, ileri, geri
   volta vuruyor Recep.
İnce uzun kotları kalkıp inip
 görünmez bıçakları atıp tutar gibi elleri
Ali  malının  masanın üzerinde yatıyor yüzükoyun
  sırtı yarılmış gömleğinin
   kumral başı bileklerimde.
Üçüncü  mevki  bekleme salonunda
 oturup
  dolaşıp
   yüzükoyun uyuyorlar
Kalkacak herhangi tirenle yok alakaları

Aysel :
Yaşıı belli değil.
Belki on üç, belki yirmi.
Esmer
Kuru.
Kur...
Necla:
on beş yaşında var yok.
Burnu  kıpkırmızı
  yüzü değirmi.
Ve insanı şaşırtacak katlar büyük
yeşil empermablin altında memeleri
Vedat :
18 yaşımda.
Top ense, altı oklu beyaz kıravat
   ve sivilceler.

Vedat konuşuyor:
 «--Hiçbir yere benzemez. Bursa hamamları.
 Hele Ferahfeza
 Bahçe içinde bir otel.
 Müşteriler temiz.
 Vizite üç papel.
 Biri patrona kalıyor,
 Geçen sene bir Ermeni kızı götürdüm,
 Kurnazdır  Ermeni milleti
  bizim Türklere benzemez.
 Dünyalığı düzeltti.
 Drahoması tamam.
 Mâlum  ya  gâvur  âdeti.
 Şimdi nişanlıdır.»

Aysel sordu:
 «--Sana ne vereceğiz.?»
 «--Ben  beşer kâat alırım  patrondan
   hesabınıza,
    komisyon.

Mevsimidir,
kızlar  bir  tutarsanız;
günde on beş kere
  belki daha çok.
  Bir hesapla ne eder?
Has malları görsün Bıırsa’nın gözü.
Kadıköylüdür diye yazdı gazeteler
İstanbul kızlarının en güzelleri.»

Sabahtan beri
 ilk defa
doğruldu olduğu yerde baskıcı Ömer.
Seslendi Recep’e:,
«--Bir cıgara ver.»
 Hızla önümden geçti Recep
   ve dönerken
   fırlattı cıgarayı.

Babası müftüydü baskıcı Ömer’in.
Evin içinde kuka teşbihler, kılaptan seccadeler.
el yazma müzehhep Mushafları hattat Osman’ın:
fakat bir tek han hamam tapusu
  bir tek konsilit.
bit tek Hicaz demiryolu tahvili yoktu.
Müftü Elendi bembeyaz, şişman bir adam
   Ömer hastalıklı bir çocuktu.
Arabi öğrenemedi.
Farisi, öğrenemedi.
Ahmetliye kitabında cennet kapılarına bakıp
 «--tıpkısıydı bunlar Dolmabahçe kapısının»
   başladı nakışları çizmeye
Müftü vefat etti Meşrutiyetten evvel.
Meşrutiyette kadınlar dağıldılar
  seccadeleri ve tesbihleri götürerek.
O hengâmede
 Ömer yirmi  yaşındaydı demek.
Hattat Osman’ın’ mushaflarını  Parizyana’da yedi.
Gönüllü asker oldu  Balkan Harbinde.
Seferberlikte esir düştü,
döndü ve başladı Kalpakçılar başında baskıcılığa.
Ahmediye’nin Firdevs kapılarındaki nakışlar
  patiskalar üzerinde açılmaya başladılar..

Tahta kalıp ,
 tahta kaşık
  tahta dükkan
ve akşamları şarap dolu kırmızı testi
ve esaretten kalma biraz gulamperesti
  bahtiyar yaşıyordu müftü zade Ömer Efendi.
Ta ki İtalya’dan
 hazır kâat modeller gelene kadar.
Zira kâat modeller
 kepenklerini baskıcı dükkânlarının
  kapadı birer birer,
   bir daha açılmamak üzere.

Recep yine hızla geçip
 dönerken.  
  fırlattı kibriti Ömer’e.
Ali masanın üstünde yatıyor yüzükoyun
   sırtı yarılmış gömleğinin.

Aysel su dökmeye gitti.
Necla dedi ki Vedat’a :
 «-- Kardeşim
 götürmeyelim bu sıska kızı.
 Belsoğukluğu var.
 İzmit’te aldı geçen sene.
 Her tarafı akıyor bunun.
 Hem inanma yalan
  Kadıköylü değildir.»

Denizde balık kokusu
döşemelerde tahta kurularıyla gelir
  Haydarpaşa garında bahar.

Üçüncü mevki bekletme salonunda
 tahta kanepelere değil
 kapıya yakın
 duvarın dibine
 betona çömelmişler,
mavi düğmeler mintanlarında
dizleri parçalanmış sarı şayak poturlarının,
kırmızı sakallı iki Bulgarya muhaciri.
Öfkesiz, kederiyle  konuşuyor, biri :

 «--Yövmilbeter,
 beterden beter.
 Sonra yeter.
 Paranın, tuncu.
 İnsanın piçi.
 Hepsi mi ama
  iyisi de var.»

Dışarda
peronların orda kalktı 15:45 katarı.
Bu tiren
yataklı vagonuna rağmen
  tirenlerin en külüstürüdür,
   altı kuruşluk cıgara gibi bir şey.

Galip Usta selametleyip mahkûmları
girdi üçüncü mevki bekleme salonuna.
Oturdu baskıcı Ömer’in az ötesine.
Ali masanın üzerinde yatıyor yüzükoyun.
Recep ansızın durdu önünde ölü kaloriferin,
ibreyi soğuktan sıcağa, sıcaktan soğuğa çevirdi,
sonra bir tekme attı borulara,
sonra bağırdı avaz avaz:
«--Kesmeli yeryüzünde tekmil çıfıtları.
    Tez gel bre Hitler Amca nerdesin?»

Kaçakçıydı Recep
ve sabahtan beri gelmeyen Moiz
  eroin getirecekti.
Galip Usta ne dost ne düşmandı Hitler’e.
Fakat Recep’e kızdı.
Baktı Bulgaryalı muhacirlere.
Yine aynı öfkesiz kederiyle konuşuyordu
  kırmızı sakallılardan biri :
«--…..gider İbrahim Peygambere der ki herif
       kargalar gördüm,
 gübreden kalkıp,
 dallara konup,
 ezanlar okuyorlar.
 Bir adam gördüm
 oturmuş derenin başına;
 yol vermiyor aksın
 içiyor tekmil suyunu
 Geyikler gördüm;
 kaçıp girmezler,
 koşarlar peşinden avcının
 vur, diye ille bizi...
 İbrahim Peygamber der ki herife :
 O kargalar ki gördün
 imamlar, hocalardır.
 Gübredir mekânları,
 okurlar ezanları...
 Düvellerdir dereyi içen adam;
 halkın kanını içer,
 doymazlar, içer içer,
 bırakmazlar ki aksın
  dere bildiği gibi.
 Gördüğün geyikler günahlarımızdır:
 koşarlar avcılara.
 Avcılar: para.»

Ali masanın üzerinde yatıyor yüzükoyun
 sırtı yarılmış gömleğinin
  kumral başı bileklerinde.

Recep bağırdı :
 «--Burası sabahçı kahvesi mi, otel odası mı be
     Delikanlı uyan»
Ali kımıldamadı.
«--Sana diyoruz.» ‘
Ali kımıldamadı.
Ali cevap vermedi Recep’e.
Tuttu delikanlıyı Recep
  çevirdi arka üstü.
Ali’nin başı düştü.
Ali çoktan ölmüştü.


Nazım Hikmet Ran

66. Sone

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e 
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.

William Shakespeare

Çeviri:Can Yücel

14 Mayıs 2008 Çarşamba

kalbim uzaklarda bilinmez bir yerlerde
tarifi kül yeri meçhul
müphem bir demde
sonsuz topraklar ve gökyüzü sakladılar onu
sır oldu gitti bir karanlık seherde

rüzgarlar taşıyor kokusunu
yakında, duyuyorum nefesini
şimdi o sanki kollarımda
söylediğim bir ninni
öyle yakın, öyle yakıcı, öyle sahi...

Zuhal Olcay
"Raskolnikov yürürken... "Nerede okumuştum, hani bir idam mahkumu ölümünden biraz önce şöyle söylemiş ya da düşünmüştü: 'Yüksek ve sarp bir kayalıkta, ancak iki ayağımın sığabileceği, dar bir çıkıntıda, dört bir yanım uçurumlar, okyanuslar, sonsuz bir gece, sonsuz bir yalnızlık ve hiç bitmeyecek bir fırtınayla sarılmış durumda yaşamak zorunda olsam ve bütün ömrümce, bin yıl boyunca, hatta sonsuza kadar o bir karış toprakta durmamda gerekse o şekilde yaşamak, şu anda bir yarım saat içinde ölecek olmaktan çok daha iyidir.' Yeterki yaşasındı, sırf yaşasın! Nasıl olursa olsun, ama yeter ki yaşasın!"

Dostoyevski


*Suç Ve Ceza'dan

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Üsul:Aksak
Makam:Hicaz
Güftekar:Fuat Edip Bahşi
Bestekar:Selahaddin Pınar


Bir bahar akşamı rastladım size
Sevinçli bir telaş içindeydiniz
Derinden bakınca gözlerinize
Neden başınızı öne eğdiniz

İçimde uyanan eski bir arzu
Dedi ki yıllardır aradığım bu
Şimdi soruyorum büküp boynumu
Daha önceleri nerelerdeydiniz

Tasavvuf..

Hiçbir kişi bilmez bizi biz ne işin içindeyiz
Ne hırsımız baydır bizim ne nefsimiz içindeyiz

Bir kimsenin devletine ta'nediben biz gülmeyiz
Ne münkiriz alemlere ne Tersanın haçındayız

Biz bunun neliğin bildik dünyanın nesine kaldık
Arzumuz nefs için değil dünya teferrücündeyiz

Yunus aydır her sultanım özge şahım vardır benim
Ko dünya altın gümüşün ne bakur u tuncundayız

Yunus Emre

11 Mayıs 2008 Pazar

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği
İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin
İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına
Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın
Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
Ataol Behramoğlu
...Seviyorum seni
ekmeği tuza banıp yer gibi

Geceleyin ateşler içinde uyanarak
ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi

Ağır posta paketini
neyin nesi belirsiz
telaşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi

Seviyorum seni
denizi ilk defa uçakla geçer gibi

İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık
içimde kımıldayan birşeyler gibi

Seviyorum seni
Yaşıyoruz çok şükür der gibi...

Nazım Hikmet Ran

5 Mayıs 2008 Pazartesi

Adam Olmak

çevrende herkes şaşırsa bunu da senden bilse
sen aklı başında kalabilirsen değer
herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır
hem kendine güvenebilirsen eğer
bekleyebilirsen usanmadan
yalanla karşılık vermezsen yalana
kendini evliya sanmadan
kin tutmayabilirsen kin tutana

düşlere kapılmadan düş kurabilir
yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer
ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir
ikisini de vermeyebilirsen eğer
söylediğin gerçeği büken düzenbaz
kandırabilir diye safları dert edinmezsen
ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz
koyulabilirsen işe yeniden
döküp ortaya varını yoğunu
bir yazı turada yitirsen bile
yitirdiklerini dolamaksızın dile
baştan tutabilirsen yolunu
yüreğine sinirine dayan diyecek
direncinden başka şeyin kalmasa da herkesin
bırakıp gittiği noktaya
sen dayanabilirsen tek

herkesle düşüp kalkar erdemli kalabilirsen
unutmayabilirsen halkı krallarla gezerken
dost da düşman da incitemezse seni
ne küçümser ne de büyültürsen çevreni
her saatin her dakikasına
emeğini katarsan hakçasına
her şeyiyle dünya önüne serilir
üstelik oğlum Adam Oldun demektir.

Rudyard Kipling

1 Mayıs 2008 Perşembe

Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri-5

Bizi esir ettiler,
bizi hapse attılar :
beni duvarların içinde,
seni duvarların dışında.

Ufak iş bizimkisi.
Asıl en kötüsü :
bilerek, bilmeyerek
hapisaneyi insanın kendi içinde taşıması...
İnsanların birçoğu bu hale düşürülmüş,
namuslu, çalışkan, iyi insanlar
ve seni sevdiğim kadar sevilmeye lâyık...

Nazım Hikmet Ran

Ayrılış

Bakakalırım giden geminin ardından;
Atamam kendimi denize, dünya güzel;
Serde erkeklik var, ağlayamam...

Orhan Veli Kanık

27 Nisan 2008 Pazar

...Cânı kim cânânı içün sevse cânânın sever
Cânı içün kim ki cânânın sever cânın sever...

Fuzuli

23 Nisan 2008 Çarşamba

Denize Yakılan Türkü

gün gelir sevda koyarsa
soluksuz seni
gün olur yolun düşerse
gurbet ellere
al bu dertten yüreğini
dalgalara sal...
kederin büyüyorsa kuytuluklarda
gidecek deniz yoksa, bulamadınsa
al bu dertten yüreğini
yağmurlara sal...

----------------------------------------------

Hewara Güle

ev roj bilbile dilsoti
deng da gula sor
gul hişyar bu, go were dilo:
-ez ya te me
benda te me...

min got gul ra:
-bo çi dıle, tu digiri?
we'j got min ra:
-nizanim bira
çiqas zor ketime lo
har ket dile min
--
O gün bülbül
Yanık yüreğiyle
Seslendi kızıl güle...
Gül uyandı, döndü bülbüle:
-Senindir yüreğim,
Yolunu gözlerim...

Dedim güle:
-Nedendir bu figan?
Dedi:
-Bilmem nedendir,
Derbederim...
Kor düştü yüreğime,
Yanarım...

Kardeş Türküler

21 Nisan 2008 Pazartesi

İnsanın Yedi Çağı

Bütün dünya bir sahnedir...
Ve bütün erkekler ve kadınlar
sadece birer oyuncu...
Girerler ve çıkarlar.
Bir kişi bir çok rolü birden oynar,
Bu oyun insanın yedi çağıdır...
İlk rol bebeklik çağıdır,
Dadısının kollarında agucuk yaparken...
sonra mızıkçı bir okul çocuğu...
Çantası elinde, yüzünde sabahın parlaklığı
Ayağını sürerek okula gider...
Daha sonra aşık delikanlı gelir,
İç çekişleri ve sevgilinin kaşlarına yazılmış şirleriyle...
Sonra asker olur, garip yeminler eder.
Leopara benzeyen sakalıyla onurlu ve kıskanç,
Savaşta atak ve korkusuz,
Topun ağzında bile şöhretin hayallerini kurar...
Sonra hakimliğe başlar,
Şişman göbeği lezzetli etlerle dolu,
Gözleri ciddi, sakalı ciddi kesmli...
Bilge atasözleri ve modern örneklerle konuşur
Ve böylece rolünü oynar...
Altıncı çağında ise palyaço giysileriyle,
Gözünde gözlüğü, yanında çantası,
Gençliğinden kalma pantalonu zayıflamış vücuduna bol gelir.
Ve kalın erkek sesi, çocukluğundaki gibi incelir.
Son çağda bu olaylı tarih sona erer.
İkinci çocukla her şey biter.
Dişsiz, gözsüz, tatsız, hiç bir şeysiz..
William Shakespeare

Shakespeare'ın 'Nasıl Hoşunuza Giderse' adlı oyununun 3. Bölüm 7. Trajedyasıdır

20 Nisan 2008 Pazar

Ağrı Dağı Efsanesi

...
"Ağrı Dağının doruğuna yakın bir yerlerde, güneybatı yamacında bir göl vardır, adına Küp Gölü derler. Bir harman yeri büyüklüğündedir göl. Som mavi bir sudur. Kuyu gibi. Kırmızı, keskin ışıltılı kayalıkların dibindedir. Her yıl bahar gözünü açar açmaz Ağrı Dağının tekmil çobanları gölün kıyısına gelirler, güneş damgalı kepeneklerini bakır toprağın üzerinde serip gölün kıyısında sıralanırlar, kavallarını çıkarıp doğan günle birlikte "Ağrı Dağının Öfkesi" ni gün batımına kadar birlikte çalarlar. Ağrı Dağı çobanları güzel kara kederli gözlüdürler. Uzun çok güzel parmakları vardır. Bazısının gür, altın sakalları dalgalanır. Küçücük bir ak kuş çobanlar kaval çaldıkları sürece üstlerinde döner durur. Gün kavuşunca çobanlar karanlığa karışıp giderler. Ve tam bu sırada da tepede dönüp duran ak kuş gölün üstüne süzülüp iner, kanadını suyun som mavisine daldırır, sonra o da çobanlarla birlikte, karanlığa karışır. Kanadın değdiği yerde göl incecikten dalgalanır, ince dalgalar genişleyerek gelir, bakır kıyılara vururlar. Sonra, iri bir atın gölgesi gölün üstüne düşer, süzülür gider."...

------------------------------------------------------------------------

“Gülbahar, o geceden beri Memo üstünde de çok düşünmüştü. Her dediğini, kellesini koltuğa alarak büyülenmiş gibi yerine getiriyordu. Hem de sonsuz, ulaşılmaz bir mutluluk sevinciyle. Gülbahar’a öyle geliyordu ki canını ver Memo, benim için canını ver dese, Memo sevinçten aklını yitirecekti. Memo sevdalı mıydı? Memo yangın mıydı?Öyle olsa onu Ahmet’le buluşturur muydu, hem de en büyük bir mutlulukla?”..


...Gülbahar:
“Varsın o (Ahmet) yaşasın da, ben öleyim”; “varsın (babam beni de) öldürsün”; “yakında boyunlarınız vurulacak, ben de varıp sizin mezarlarınız (Sofi ile Ahmet’in) üstünde kendimi öldüreceğim"...



“Canımı iste, canımı veririm" dedi Gülbahar.
Memo sesi değişmiş, gülen, mutlu, mutlu, mutluluktan taşarak, yeryüzünde bütün isteklerine kavuşmuş bir insanın durgunluğu, sevinci, rahatlığıyla:
“Ne istersem verir misin?” dedi.
“Veririm,” dedi Gülbahar, tok, inanmış, güvenli bir sesle. “Veririm.”
“Saçından birkaç tel isterim,” dedi Memo.
Gülbahar hiç düşünmeden hemen, bir beliğini tutup uzattı:
“Çek kılıcını kes Memo,” dedi. “Gülbahar sana kurban.”
Memo kılıcını çekti, beliğin ucundan bir parçayı kesti, aldı, yüreğinin üstüne koydu.
“Bir de başka bir şey isterim,” dedi.
Gülbahar hemen:
“Söyle, Gülbahar sana kurban olsun.”
“Gülbaharın bunu, bu geceyi, beni ölünceye kadar unutmamasını isterim.”...

... “Paşa, Paşa,” dedi, “burada sizinle üç gün, üç gece dövüşürdüm ama, ne fayda... Ben yeryüzünden alacağımı aldım. Dünyaya doymuş gidiyorum. Birkaç insan öldürmüşüm ne çıkar. Senin birkaç kulunu öldürmüşüm, değil mi? Hepiniz sağlıcakla kalın. Kalanlara, dostlara, bizi sevenlere, sevmeyenlere selam olsun.”
Kendisini kalenin burcundan aşağı fırlattı. Uçurum çok derindi. Yukardan bakınca Memonun ölüsü aşağıda kanadının birisini açmış bir kuş ölüsüne benziyordu.
Memonun ölüsü başına önce demirci Hüso geldi, sonra oğulları, sonra kadınlar, kızlar... Beyazıt kasabasına bir figan düştü.
Hüso ağır ağır Memoya yaklaştı, onu alnından öptü. Sol eli yumulmuştu ve yüreğinin üstündeydi. Hüso eli aldı, güçlü elleriyle zorla açtı. Memonun avucundaki bir tutam saç kapkara bir yalım, bir ışık gibi balkıdı, incecikten yeşillenmiş toprağın üstüne aktı...

------------------------------------------------------------------------------------------------

Memo Gülbahar'ın saçından bir tutam aldıktan sonra kilidi açar, o sabah boyunları vurulacak olan Ahmet ve arkadaşlarını canı pahasına özgür bırakır.

Ahmet'le Gülbahar hemen kaçıp, Ağrıdağı'na çıkarlar:

... İkisinin de tutsaklık koşulundan kurtulup, özgür bir ortamda birleşme olanağını buldukları anda, Ahmet döşeğin ortasına kılıcını yerleştirir ve gövdeleri biribirinden ayırır. O kavşakta yüzleşmekten kaçınır Gülbahar’la:

“Bu kılıcı neden aramıza koydun? Bunun sebebini öğrenmek isterim. Sarayda ben senin kadının olmadım mı? Bundan sonra araya kılıç konduğu görülmüş müdür? Ya da benim bilmediğim bir görenekleri, gelenekleri mi var dağlıların? Bana bunun karşılığını söyleyeceksin, beni seviyorsan.”
Ahmet sustu.
“Bunu bana söyleyeceksin.”
Ahmet karşılık vermiyor, Gülbahar durmadan karşılık istiyordu. Ahmet utancından yerin dibine batıyor, aklına üşüşen düşünceyi kafasından kovmaya çalışıyordu ama, bir türlü korkunç düşünceyle baş edemiyordu. İçini yakan, kendi kendinden utandıran düşünceyi Ahmet kendine bile söyleyemiyordu ki Gülbahara söylesin.
Ahmet konuşamıyor, ne diyeceğini bilemiyordu. Gülbaharın sesi bir yangın gibiydi. Karşılığı verilmeliydi. Ahmet gözlerini Gülbaharın yüzüne dikti öylecene kaldı. Sonra ağır, ölüm gibi zor:
“Beni nasıl kurtardın Gülbahar? Ne verdin Memoya da benim canımı satın aldın? Memo neyin karşılığı kendi canını verdi de benim canımı kurtardı? Memo beni bıraktığı zaman, kendisinin ölceğini bilmez miydi? Bunu bana söyle. Bilir miydi, bilmez miydi?”
Durdu, gözlerini Gülbaharın gözlerine dikti, bekledi.
Gülbahar:
“Bilirdi,” dedi. “Zindanın kapısını açan zindancı dünyanın hiçbir yerinde yaşayamaz. Hiçbir ülkeye sığınamaz, onu Memo bilirdi. Onun için de savaşa savaşa gitti, kalenin burcundan kendini aşağı attı.”
“Altın mı verdin de canını verdi?”
“Yok.”
“Saraylar mı bağışladın da canını verdi?”
“Yok.”
“Ne verdin, Gülbahar, ona ki, karşılığında canını aldın? Canını benim canımla değişti?”
“Hiçbir şey vermedim Ahmet,” dedi. “Hiçbir şey istemedi.”
“Beni kurtarmak için?”
Gülbahar onun sözünü kesti:
“Söyledim ona,” dedi. “Ne isterse verir, senin canını alırdım. Hiçbir şey istemedi.”
“Sen ne isterse vereceğini söyledin ona, öyle mi?”
“Ne isterse vereceğimi söyledim. O hiçbir şey istemedi.”
"Ne istese verecektin..."

...Ahmet’in tavrı, Aşk’ın temel adaletsizliği ile çelişen bir adalet talebine bitişmiştir: Gülbahar’ın Memo’ya “ne isterse verebileceği”ni ifade etmiş olması onun gözünde çifte kördüğüm işlevi görür, hem kendi aşklarının mutlağını (aşk uğruna olsa bile) zedelemiştir kadın, hem de bunu bir başkasının aşkını kullanarak gerçekleştirerek başka bir cepheden mutlak kavramını yaralamıştır...

...Bir aşk, bir başka aşkın ölüsü üzerine inşa edilemeyecektir...

...Ahmet’in dünyasında Aşk, gölgesiz olmak durumundadır — aslında Gülbahar’la arasına koyduğu kılıç Memo’nun ta kendisidir...

...Mecnûn’un görevini üstlenen genç kadın, bir aşk cinneti içinde hançerine davranır ve masal koridoruna dalar: Sonunda karşımızda bir göl ve bir kuş kalır — Ağrıdağı bu kez tanıklığı üstlenmiştir...


Yaşar Kemal
Sevgisinin kepaze edilmesine,
Kanunların bu kadar çabuk yürümesine,
Kötülere kul olmasına iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
Kim ister bütün bunlara katlanmak
Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek,
Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa,
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
Ürkütmese yüreğini?
Bilmediğimiz belâlara atılmaktansa
Çektiklerine razı etmese insanı?
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden,
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.
Ama sus, bak güzel Ophelia geliyor.
Peri kızı dualarında unutma beni,
Ve bütün günahlarımı.


Willam Shakespeare
HAMLET
III Perde, I Sahne

19 Nisan 2008 Cumartesi

...Görinen yılduz değil yir yir delinmişdür felek
Gün yüzünün hasretiyle tır-i ahımdan benüm...
Necati

18 Nisan 2008 Cuma

Başka Yerde Olmak



...Ben gidip başıma belalar aramışım
O kalıp mevlasını bulmuş...


Attila İlhan
(Sisler Bulvarı'ndan)
Odam kireç tutmuyor
Kumunu katmayınca
Sevdan baştan gitmiyor
Sarılıp yatmayınca
Baba ben derviş miyem
Hırkamı giymiş miyem
Ben sevdim eller aldı
Niye ben ölmüş müyem

Odam kireçtir benim
Yüzüm güleçtir benim
Soyunda gir koynuma
Tenim ilaçtır benim

Odam kireçtir benim
Yüzüm güleçtir benim
Hangi taşa sarılsam
Emeğim boştur benim

(Seyitgazi)

Baba ben derviş miyem
Kürkümü giymiş miyem
Ben sevim eller ala
Niye ben ölmüş müyem
Odam kireçtir benim
Yüzüm güleçtir benim
Soyun da gir koynuma
Terim ilaçtır benim
Odam kireç tutmuyor
Kumunu katmayınca
Sevda baştan gitmiyor
Sarılıp yatmayınca
Atım Araptır benim
Yüküm şaraptır benim
Ben sevim eller ala
Halim haraptır benim

(Bayburt)

Anonim

----------------------------------------

Şu karşı yaylada göç katar katar
Bir güzel sevdası başımda tüter
Bu ayrılık bana ölümden beter
Geçti dost kervanı eyleme beni

Şu benim sevdiğim başta oturur
Bir güzelin derdi beni bitirir
Bu ayrılık bize zulüm getirir
Geçti dost kervanı eyleme beni

Pir Sultan Abdal'ım dağları aşalım
Aşalım da dost eline düşelim
Çok nimetin yedim helallaşalım
Geçti dost kervanı eyleme beni
(Erzincan)
Pir Sultan Abdal

...

Annabel Lee

It was many and many a year ago,
In a kingdom by the sea,
That a maiden there lived whom you may know
By the name of Annabel Lee; -
And this maiden she lived with no other thought
Than to love and be loved by me.
She was a child and I was a child,
In this kingdom by the sea,
But we loved with a love that was more than love -
I and Annabel Lee -
With a love that winged seraphs of Heaven
Coveted her and me.
And this was the reason that, long ago,
In this kingdom by the sea,
A wind blew out of a cloud by night
Chilling my Annabel Lee;
So that her highborn kinsmen came
And bore her away from me,
To shut her up in a sepulchre
In this kingdom by the sea.
The angels, not half so happy in Heaven,
Went envying her and me: -
Yes! that was the reason (as all men know,
in this kingdom by the sea)
That the wind came out of the cloud, chilling
And killing my Annabel Lee.
But our love it was stronger by far than the love
Of those who were older than we -
Of many far wiser than we -
And neither the angels in Heaven above
Nor the demons down under the sea,
Can ever dissever my soul from the soul
Of the beautiful Annabel Lee: -
For the moon never beams without bringing me dreams
Of the beautiful Annabel Lee;
And the stars never rise but I see the bright eyes
Of the beautiful Annabel Lee;
And so, all the night-tide, I lie down by the side
Of my darling, my darling, my life and my bride,
In her sepulchre there by the sea -
In her tomb by the side of the sea.
---------------------------------------
Seneler,seneler evveldi;
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı,bileceksiniz
İsmi Annabel Lee;
Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekden başka beni.

O çocuk ben çocuk,memleketimiz
O deniz ülkesiydi,
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabel Lee;
Göklerde uçan melekler bile
Kıskanırdı bizi.

Bir gün işte bu yüzden göze geldi,
O deniz ülkesinde,
Üşüdü rüzgarından bir bulutun
Güzelim Annabel Lee;
Götürdüler el üstünde
Koyup gittiler beni,
Mezarı ordadır şimdi,
O deniz ülkesinde.

Biz daha bahtiyardık meleklerden
Onlar kıskandı bizi,_
Evet!_bu yüzden (şahidimdir herkes
Ve o deniz ülkesi)
Bir gece bulutun rüzgarından
Üşüdü gitti Annabel Lee.

Sevdadan yana ,kim olursa olsun,
Yaşça başca ileri
Geçemezlerdi bizi;
Ne yedi kat gökdeki melekler,
Ne deniz dibi cinleri,
Hiçbiri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabel Lee.

Ay gelip ışır hayalin eşirir
Güzelim Annabel Lee;
Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar
Güzelim Annabel Lee;
Orda gecelerim,uzanır beklerim
Sevgilim,sevgilim,hayatım,gelinim
O azgın sahildeki,
Yattığın yerde seni .
Edgar Allan Poe

Çeviri:Melih Cevdet Anday

(Şiiri -resimdeki- eşi Virginia Lee için yazdığı sanılmaktadır)

15 Nisan 2008 Salı

Derd-i aşkı gayrdan sorman ne bilsün çekmeyen/ anı yine aşık-ı nalana söylen söylesün*


...Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Yağmur giyerlerdi sonbaharla bir
Azıcık okşasam sanki çocuktular
Bıraksam korkudan gözleri sislenir.

Ne kadınlar gördüm zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir
Hayır sanmayın ki beni unuttular
Hala arasıra mektupları gelir
Gerçek değildiler birer umuttular
Eski bir şarkı belki bir şiir

Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir
Yalnızlıklarımda elimden tuttular
Uzak fısıltıları içimi ürpertir
Sanki gökyüzünde bir buluttular
Nereye kayboldular şimdi kimbilir

Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir...

------------------------------------------

Soğuk Kadınlar Balladı


Soğuk kadınlardı usulca geçtiler
Koyu bir yalnızlığın kenarından
Adımları ürkekti değişiktiler
Kan mı sızıyordu dudaklarından
Başka bir yalnızlığa gittiler

Yosun yeşili aynalarda biriktiler
Kıpkızıl buğusu karanlığa dağılan
Tenha gözleri birer kilittiler
Uyanmışlardı vampir uykularından
Nasıl da ulaşılmaz fakat gündeliktiler

Kimbilir kaç yalnızlık eskittiler
Yoksa bir büyü mü baktığın zaman
Hem bir çoktular hem bir tektiler
Yorulmuş bir yanlışı yaşamaktan
Epeyce kadın gizlice erkektiler

----------------------------------------------

Unutulmuş Kızlar Balladı

Bilinmez nerde bitmiş hangisi nerde başlar
Unutulmuş kızların mevsimlik sevdaların
Yalnızlığa uzun Kanlıca'da bir çınar
Savrulan yaprakları hicranlı sonbaharın
Unutulmuş kızları mevsimlik sevdaların

Porno bir romandan birisi çıplak çıkar
Öbürü bir fotoğraf cebinde her oğlanın
Bazıları evlenir evlenmez boşanmışlar
Ne adresi belli ne adı bazılarının
Unutulmuş kızları mevsimlik sevdaların

Yıldızlar prensesi oysa bir zamanlar
Suyundan çıktıkları masmavi aynaların
Kime dokunsalardı birden tutuşup yanar
Islak sıcaklığından kalın dudaklarının
Unutulmuş kızlar mevsimlik sevdaların

Esk şarkılara mı yoksa saklanmışlar
Tramvay duraklarına belki rüyaların
Harcanmış mutluluk ümitleridir yaşar
İçinde bir yerinde mutsuz ihtiyarların
Unutulmuş kızları mevsimlik sevdaların

-----------------------------------------------

Sarhoş Bir Kadın Balladı

...Kaç içki daha ne ağır bir iş
Akol ırgatlığı bardakta ruj izi
Gözlerinin mavisi akında erimiş
Tütün sarısına dönüyor benzi...

----------------------------------------------

Bisikletli Kız Balladı

Gözü yalayıp geçen bir ayna yansıması
Pırıl pırıl o genç kız bisikletli sarışın
Kumsaldan çıtır çıtır kayıp uzaklaşması
Yeniden başlaması eski yanılsamanın
Pırıl pırıl o genç kız bisikletli sarışın

O mudur gerçekten mümkün mü genç kalması
Nerede paldır küldür yorgunluğu kırk yılın
Şimdi ben çocuksam burdaki kim başkası
Ufkundan bir yıldız aktı yalnızlığının
Pırıl pırıl o genç kız bisikletli sarışın

-------------------------------------------

Çerkes Halayıklar Balladı

Çerkez halayıklar burunlu mütehakkim
Nargileye yatmış haremde duman
Bir gölgeyle sevişirler anlaşılmaz kim
Belki sultan murat belli sarığından
Belki kadın efendi menevişli yeşim

Mehtaba dağılmış çınarlar mavi yaprak
Balıklar suda uyur donmuş zaman
Tömbeki kokusu halhal kemik tarak
Her dakika bir cellat girer kapılarından
Elinde yağlı kemend kıllı gövdesi çıplak

-------------------------------------------------

Cam Güzeli Kızlar İçin Ballad

Cam güzeli kızlardır gözleri aynalı
Baktıkları mekan içinde sırrolur
Nergis akşamları cam sicimi yağmur
Güneş dağıtıyorlar gözlük taşıyalı
Bazı akşamları ayışığı bulunur

Hüzne büründüler mi buğulu billur
Koyu çay karanlığı keder ağdalı
Gül yaprağı sevinç kırağı yansımalı
Gönülleri sırça köşk çabucak soğur
Öyle olur olmaz sokulmamalı

Cam güzeli kızlardır gizlice tasalı
Buzullar ülkesinde buz gibi durur
Dağıttığı ışıktan sanki yorulmuştur
Sanki birer hayal yansımaya bağlı
Güneş batınca eriyip kaybolur

-----------------------------------------------

Kalk Gidelim Kadınlar Balladı

Sabit dudak ruju epeyce telefon
Kirpikleri devirip göğüs geçirmeler
Burnu rendelenmiş memeleri silikon
Ağızlıkla çakmağın alevini içmeler
Yarı ömrü meyhane yarısı berber
Aşk faslını unuttuk
Hey Allah pardon
Yuvası aşk yuvası görkemli salon
Kapısı vızır vızır spor mercedes'ler
zar saydamı bluz bluejean pantolon
Kadın erkek farketmez asıl olan çekler
Lafı hiç uzatmaz sevişmeye geçer
Az buz kazanmıyor
Gecesi üç milyon
Kalk gidelim kadınları bu ne ilk ne son
----------------------------------------------------

Tığ Örgüsü Yaşlı Kadın Balladı

Hayal Kuşları üretir marifetli tığından
Esrarlı sarmaşıklar yaprakları tırtıllı
Bir rüya çıkarıyor yaşadığından
Tel tel ürettiği ince ayrıntılı
Daha mı yumuşak ipek yumuşaklığından
Sanki ayna kırığı yıldız çakıntılı

Yoksa yaşlı mıdır sanıldığından
Tığ ucunda bir ömür nasıl çalkantılı
Yakındığı duyulmamış hastalığından
O yalıda eskiyor camları martılı
Akasyalar büyür yağmurlarından
Dantel gibi zarif ışık kıpırtılı

-------------------------------------------

Ah Kızlar Ulan Kızlar Balladı

O yanlış evlenip çabuk ayrılan kızlar
Her gece uykusuzluk her sabah zorluk
Mutluluk size uzak ne desem yalan kızlar
İş güç dağdağası büyütülecek çocuk
Yaşamaya vakit yok
Ah kızlar aman kızlar

Her yerde yadırganır çevresi ona soğuk
Yalnızlıktan her dakika kırılan kızlar
Bir çoğu umutsuz birazı aksi birazı uçuk
Her sözü her bakışı tartışılan kızlar
Erkeklere sürek avı kadınlara korkuluk
Ah kızlar aman kızlar
Ulan kızlar ulan kızlar..

Attila İlhan

*Baki
Seni birden hatırlarım akşamlar içinde
fevkalade tatlı bir sesin söylediği
şöyle kolay dokunaklı aydınlık ve temiz
gittikçe yakınlaşan bir melodi gibi
kalbim artık ürperen bir mandoline benzer
ne güzel şeydir seni hatırlamak

saçların örülmüş örülmüş olsun
ve beyaz ellerin geceye karşı çıplak
porselen tabakta yıkanmış kayısılar
yere düşmüş bir kitap bir şiir kitabı
içinde hürriyetten bahseden mısralar

insan bir düşünse ne çok şey bulabilir
hatırlamak gülmek ve ağlamak için
arzularımız nereye sürüklüyor bizi
neredeydik hangi rüzgara karıştık
ve şimdi ne tür manzaralar çekiyor
karanlık içinde açılmış gözlerimizi

saçların mutlaka örülmüş olmalı
mektepli bir kıza benzemelisin
aklında kimbilir kimden bir mısra
gözlerin nur gibi parlasın saadetten

Attila İlhan

-----------------------------------------------------------------------

O sabah mı çıkmıştın, bir gün önce mi
Bir bıçağın ağzında yürür gibiydin
Demirlerin soğukluğu soluk dudaklarında
Gözlerinde karanlığı dar hücrelerin
Seni görür görmez özgürlüğümden utandım
Söyle ne içersin, çay mı kahve mi
Çok değişmişsin birden tanıyamadım.

Saçların uzundu, omuzlarına akardı
Gönlümüz şenlenirdi sarışınlığından
Onlar mı kestiler, sen mi kısalttın
Gülerdin, içimize aylar doğardı
Görünmez dağların arkasından
Eski gülümsemeni beyhude aradım
O sabah mı çıkmıştın bir gün önce mi
Çok değişmişsin birden tanıyamadım.

Bir çay içer misin, yoksa kahve mi
Kibritim yok, demek cigaraya başladın
Ellerin de titriyor, bir şeyin mi var
Böyle bir kız değildin sen eskiden
Sana ne yaptılar, sana ne yaptılar?
Kirpiklerin ıslanıyor durup dururken
O sabah mı çıkmıştın, bir gün önce mi
Çok değişmişsin birden tanıyamadım.

Attila İlhan

Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri-4

O şimdi ne yapıyor
şu anda şimdi, şimdi?
Evde mi, sokakta mı,
çalışıyor mu, uzanmış mı, ayakta mı?
Kolunu kaldırmış olabilir,
- hey gülüm,
beyaz, kalın bileğini nasıl da çırçıplak eder bu hareketi!...-

O şimdi ne yapıyor,
şu anda, şimdi, şimdi?
Belki dizinde bir kedi yavrusu var,
okşuyor.
Belki de yürüyordur, adımını atmak üzredir,
- her kara günümde onu bana tıpış tıpış getiren
sevgili, canımın içi ayaklar!...-
Ve ne düşünüyor
beni mi?
Yoksa
ne bileyim
fasulyanın neden bir türlü pişmediğini mi?
Yahut, insanların çoğunun
neden böyle bedbaht olduğunu mu?

O şimdi ne düşünüyor,
şu anda, şimdi, şimdi?...

Nazım Hikmet Ran

(23 Eylül 1945)

12 Nisan 2008 Cumartesi

A kadınım,
A hüznümün bançesi!..
Görmem mi sanırsın; sesi kısık gözlerinin nicedir... Dudakların buselere sağır...
Oysa ben, haykırmak için sesine, solumak için nefesine muhtacım.
Bilsen neler verirdim bakışlarından o kederi silebilmek, sana itimadın hazzını yeniden verebilmek için...
Lakin öyle bir tufana yakalandık ki, birbirimize kavuşmak için çekiştirdiğimiz kement boğuyor bizi...

Mübadele garında, saadet ülkesine kesilmiş iki biletle mecalsiz bekleşiyoruz...

***

Kudretim olsa, seni bu harabe istasyondan kapar, koştukça yelelerinden takvim sayfaları uçuşan bir kısrağın terkisine attığım gibi, o çok sevdiğin ihtişam romanlarının mağrur asrına taşırdım.

Soyunurduk bütün o delik deşik kostümlerimizden, boyası akmış maskelerimizden... Mecburi rollerimizden...

Devamsızlık yüzünden tarihten kovulmuş iki muzip çocuk gibi, azad olurduk kendimizden... Benim boynumda alıçtan kolyeler, senin tebessümünde sümbülden gamzeler; çözüp dudaklarımızın mührünü, iç çekişlerimizi toprağa gömer, her akşam ilk sana gülümseyen yıldızına ip dolayıp keyifle ayaklarımızı sallandırırdık dünyaya...

Dilimizde, "kavuşmanın tadını/ayrılık feryadını" taşıyan bir şarkıyla...

Uşşak makamında...


Can Dündar
Yanyana geldikçe daha uzak
Birlikteyken daha kimsesiz
Bir ağrı sızım sızım yeri belirsiz
O da yalnız
Ben de yalnız
Acılar tütüyor bacamızdan
Görünmeyen taş duvarlar örmüşüz
Duvar olduk kendimize kendimiz
Ne yana dönsek
Kendimize çarparız

Aziz Nesin
Güneş altında söylenmedik söz yokmuş...
Bu yüzden geceleri söylüyorum sevdiğimi...
Ne gece, ne gündüz yokmuş söylenmemiş söz...
Ben de söylenmişleri söylüyorum yeni biçimde...
Hiç bir biçim kalmamış dünyada denenmedik...
Ben de susuyorum sevgimi saklayıp içimde...
Duyuyorsun değil mi suskunluğumu nasıl haykırıyor...
Susarak sevgisini ilan eden çok var sevgilim...
Ama bir başka seven yok benim sustuğum biçimde...

Aziz Nesin

10 Nisan 2008 Perşembe

Ömer Hayyam

Süsle beze lokum gibi koy karşımıza
Esmeri de, beyazı da, pembesi de,
Baştan çıkar, yerlere ser bizi, öldür
Sonra çevir dört bir yanımızı bir sürü yasakla
Ona bakma, buna bakma, şuna bakma
Dolu tası eğri tut, ama içindekini dökme
-----------------------------------------
Gül yanaklı sevgiliyi saramaz insan
Yüreğine diken batmadan, vurulmadan.
Kim bir güzelin saçına dokunabilmiş
Tarak gibi diş diş, didik didik olmadan?
-----------------------------------------
Hem sana el değdirmeğe elim varmaz,
Hem sensiz aldığım nefes, nefes olmaz:
Bir garip dert bu, kimseye de açılmaz:
Bir zehir zakkum ki tadına da doyulmaz.
------------------------------------------
Hayyam, günahım var diye tasalanma,
Bunun için dertlere düşmek boşuna.
Günah olacak ki Tarı bağışlasın:
Rahmet neye yarar günah olmayınca.
---------------------------------------
Gökleri yarıp darma dağın ettiğin gün,
Pırıl pırıl yıldızları kararttığın gün,
Sen sorguya çekmeden ben soracağım sana:
Ey Tanrı, hangi günahım için beni öldürdün?
---------------------------------------
Bir nakıştır varlığımız senin çizdiğin,
Şaşılası neler nelerle bezediğin;
Kendimi düzeltmek benim ne haddime:
Beni potadan böyle döken sensin.
----------------------------------------
Şarap benlik kaygusu bırakmaz sende
Çözülmedik bir düğüm kalmaz beyninde
İblis bir kadeh şarap içmiş olaydı,
Secdeye yatardı Adem'in önünde
-------------------------------------
Nerdesin? Sana baş kaldırmışım işte;
Karanlık içindeyim, ışığın nerde?
Cenneti ibadetle kazanacaksam
Senin ne cömertliğin kalır bu işde?
-----------------------------------------
Dünya üç beş bilgisizin elinde;
Onlarca her bilgi kendilerinde.
Üzülme; eşek eşeği beğenir:
Hayır var sana "kötü" demelerinde.
------------------------------------------
Dedim: artık bilgiden yana eksiğim yok;
Şu dünyanın sırına ermişim az çok.
Derken aklım geldi başıma, bir de baktım:
Ömrüm gelip geçmiş, hiç bir şey bildiğim yok.
----------------------------------------------
Cennette huriler varmış, kara gözlü;
İçkinin de ordaymış en güzeli.
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz:
Bak, bir yanda şarap, bir yanda sevgili.
----------------------------------------------
Sen sofusun, hep dinden dem vurursun;
Bana da sapık, dinsiz der durursun.
Peki, ben ne görünüyorsam oyum:
Ya sen? Ne görünüyorsan o musun?
----------------------------------
Her gece aklım dalar gider engine.
Ağlarım, inciler dolar eteğime.
Sevdalıyım, şarap dayanmıyor bana:
Kafam baş aşağı çevrik bir tas mı ne!
------------------------------------------
Ben ne camiye yararım, ne hayvana!
Bir başka hamur benimki, başka maya.
Yoksul gavur, çirkin orospu gibiyim:
Ne din umrumda, ne cennet, ne dünya!
---------------------------------------
Dün geldi: Nedir aradığın? dedi bana:
Bensem, ne bakarsın o yana bu yana?
Kendine gel de düşün, içine iyi bak:
Ben senim, sen ben; aranıp durma boşuna!
--------------------------------------------------------
Camiye gittim, ama Allah bilir niye:
Ne namaz kılmaya, ne dua etmeye.
Eskiden bir kilim aşırmıştım camiden:
O eskidi gittim yenisini yürütmeye.

9 Nisan 2008 Çarşamba

Sevgi Duvarı

Sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa
Kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
Dilimizde akşamdan kalma bir küfür
Salonlar, piyasalar, sanat sevicileri
Derdim günüm insan arasına çıkarmaktı seni
Yakanda bir amonyak çiçeği
Yalnızlığım benim sidikli kontesim
Ne kadar rezil olursak o kadar iyi

Kumkapı meyhanelerine dadandık
Önümüzde Altınbaş, Altın Zincir, fasulye pilakisi
Ardımızda görevliler, ekipler, hızır paşalar
Sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
Öyle sıcaktı ki çöpcülerin elleri
Çöpcülerin elleriyle okşardım seni
Yalnızlığım benim süpürge saçlım
Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi

Baktım gökte bir kırmızı bir uçak
Bol çelik bol yıldız bol insan
Bir gece Sevgi Duvarını aştık
Durduğum yer öyle açık seçik ki
Baş ucumda bir sen varsın bir de evren
Saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
Yalnızlığım benim çoğul türkülerim
Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi

Can Yücel

Davet

...Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim!
Bilekler kan içinde, dişler kenetli
ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak
Bu cehennem, bu cennet bizim!
Kapansın el kapıları bir daha açılmasın
yok edin insanın insana kulluğunu
Bu davet bizim!
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim!...


Nazım Hikmet Ran

Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri-3

...Şimdi dışarda olmak,
dörtnala sürmek dağlara doğru atı.
«- Ata binmesini de bilmezsin,» -- diyeceksin ama
şakayı bırak ve kıskanma,
yeni bir huy edindim hapiste :
seni sevdiğim kadar değilse de
hemen hemen ona yakın seviyorum tabiatı...
Ve ikiniz de uzaktasınız...

Nazım Hikmet Ran

(12 Aralık 1945)

3 Nisan 2008 Perşembe

Nietzsche



yalan söyleyene karsı tetikte olmaktansa beni aldatmalarına izin veririm..

-----------------------------------------------------------------------------------------
yükseldikçe uçma bilmeyenlere daha kücük görünmemiz kacınılmazdır.
-----------------------------------------------------------------------------------------
Ümit mi? Ümit en son kötülüktür..! Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır!
-------------------------------------------------------------
Kişioğlu da ağaca benzer, ne denli yükseğe ve ışığa çıkmak isterse, o denli kök salar yere, aşağılara, karanlığa, deliliğe, kötülüğe.
------------------------------------------------------------------
Müzik temelde bizde belli bir oranda güç kazanan yaşam duygusunun özünde gizli olan acıyı anlatır; müziğin verdiği heyecanın yapısındada bu acıdan uzaklaşıp onu uzaktan izleme düşüncesi vardır.
----------------------------------------------------------------------------
Kendinden hiç söz etmemek çok soylu bir ikiyüzlülüktür.
------------------------------------------------------------
Bu da dahil tüm genellemeler yanlıştır.
----------------------------------------------
...Büyük kozmik söylem: "Ben vahşetim, ben kurnazlığım", vs., vs. Bir hatanın ve tüm acının sorumluluğunu üstlenme korkusuyla alay etmek (yaratıcının alayı). -Hiçbir zaman olunmadığı kadar acımasız olmak, vs. -kendi yapıtından tatmin olmanın en üst biçimi; bu biçimi, bıkmadan usanmadan yeniden inşa etmek için parçalar. Ölüm, acı ve yok olma üzerinde yeni bir zafer....
----------------------------------------------------------
Bütün soğuk canavarların en soğuğuna devlet denir. Soğuk soğuk yalan söyler o; ve ağzından şu yalan sürüne sürüne çıkar; "Ben devlet ulusum ben" Yalan! yaratıcılardır ulusları yaratanlar.
---------------------------------------------------------------------------------
Derin olduğunu bilen kimse kolay anlaşılır olmaya calışır, kalabalıkta derin görünmekten hoşlanan kimse ise anlasılmaz olmaya calışır. Kalabalık dibini göremediği herseyi derin sanır cünkü.
-----------------------------------------------
Kişi, ışığını karartmayı da bilmelidir, böceklerden ve hayranlardan kurtulmak için.
---------------------------------------------------------------------
Aşırıya kaçmanın anası neşe değil, neşesizliktir.
---------------------------------------------------
Kendini görmezden gelmek -iyi görmek için gereklidir.
----------------------------------------------------
"Kahraman neşelidir" -bu şimdiye kadar trajedi yazarlarının gözünden kaçtı.
“Din, bunalmış mahlukun iç çekişi, merhametsiz bir dünyanın ruhu, akılsız bir dünyanın aklıdır. Toplumun afyonudur din.”

Marx

31 Mart 2008 Pazartesi

Hümanizm

“hayatın dinginliğini en çok tehdit eder görünen dört düşünce vardı. bunlardan birincisi şuydu: aşkın efendiliği iyidir, çünkü o, ona inanan kişinin ruhunu bayağı şeylerden uzak tutar. "Diğeri şuydu: aşkın efendiliği iyi değildir, çünkü ona inanan kişi ne denli inan beslerse ona, o denli ağır ve acılı anlar yaşamak zorunda kalır. "Diğeri şuydu: öyle tatlıdır ki aşk’ın adını duymak, işleyişinin de yalnız tatlı şeylerde bulunuyor olması olanaksız bence. Nomina sunt consequentia rerum, diye yazılmıştır çünkü: adlar imledikleri şeylerin sonucudur... Dördüncü düşünce şuydu: aşkın, uğruna beni bunca kanattığı kadın, yüreği kolayca coşan öteki kadınlara benzemez."

Dante Alighieri

*Yeni Hayat'tan
------------------------------
Bu yüzden yitiğiz biz
Başka bir suçtan değil,
Tek cezamız:
Umutsuz bir özlemle birlikte yaşamamız...

Dante

*İlahi Komedya (cehennem)
------------------------------------
Yalnız bir yaşamı sürekli aradım
(Dere, tarla ve orman tanıktır buna)
Işığın yolunu bulmamda yararı dokunmayan, o budala kafalardan kaçarak...

Petrarca
------------------------------------------
Dağılır yele karşı altın saçları
Uçuşurdu bin bir büklüm içinde.
Bir hoş ışık vardı gözlerinde
Pırıl pırıl, sönmüş o zamandan beri.

Bir iyilik sarardı yüzünü bazan
Bilmem, belki bana öyle gelirdi.
Ben o sevdaya can atan deli
Nasıl yanıp tutuşmazdım o zaman.

Yürüdü mü yerden kurtulurdu sanki
Melekler öyle yürüse gerek.
Sözleri bir başka türlüydü
İnsan sözlerinden.

Gökte bir ruhtu o, bir canlı güneşti.
Öyle gördüm ben; öyle değilmiş simdi.
Yay gevşemiş, ne çıkar,
Yara gitmez gönülden

Petrarca
---------------------------------



...Gerçek dostluğun ne olduğunu bilirim; bildiğim için de dostumu kendime çekmekten çok, kendimi ona veririm. Ona iyilik etmeyi onun bana iyilik etmesinden daha çok istemekle kalmam; kendine her edeceği iyiliğin bana da iyilik olmasını isterim. Bana en büyük iyiliği kendine iyilik ettiği zaman etmiş olur. Bir yere gitmek ona hoş geliyor, yahut bir işine yarıyorsa, uzakta olması bana yanımda olmasından daha tatlı gelir. Kaldı ki haberleşmek olanağı varsa insan ayrı düşmüş de sayılmaz. Ben vaktiyle dostumdan ayrılmada yarar bile buldum. Birbirimizden uzaklaşmakla hayatımızı daha fazla doldurmuş, olanaklarımızı genişletmiş oluyorduk. Başka başka yerlerde, o benim için yaşıyor, keyfediyordu, ben de onun için.

Hayatın tadını bir aradaymışız gibi çıkarıyorduk. Hatta bir aradayken birimizden biri işsiz kalıyordu. O kadar kaynaşmıştık ki ayrı ayrı yerlerde olmakla anamızdaki gönül birliği bir kat daha zenginleşiyordu...


...
Onu (Etienne de la Boetie: Montaigne'in en iyi dostu. İyi yürekliliği ve bazı şiirleriyle tanınmıştır.) niçin sevdiğimi bana söyletmek isterlerse bunu ancak şöyle anlatabilirim sanıyorum: Çünkü o, o idi; ben de bendim...


...
Öteki sıradan dostlukları buna benzetmeye kalkışmayın: Onları, hem de en iyilerini ben de herkes kadar bilirim. O dostluklarda insanın, eli dizginde yürümesi gerekir: Aradaki bağ, güvensizliğe hiç yer vermeyecek kadar düğümlenmiş değildir. Chilon (Eski Yunanistan'ın ünlü bilgelerinden biri.) dermiş ki: «Onu (dostunuzu), bir gün kendisinden nefret edecekmiş gibi sevin; ondan, bir gün kendisini sevecekmiş gibi nefret edin.» Benim anlattığım yüksek ve yalın dostluk için hiç yerinde olmayan bu davranış, öteki dostluklara uyabilir. Bunlar için, Aristoteles'in sık sık tekrarladığı şu sözü de kullanabiliriz: «Ey dostlarım, dünyada dost yoktur...»..

Montaigne

*Denemeler'den

--------------------------------------------------------


Klasisizm



...Okuduğunuz bir eser, düşüncelerinizi yükseltir, sizi soylu ve mert duygularla doldurursa, onun hakkında hüküm vermek için başka kural aramayınız, eser iyidir ve usta elinden çıkmıştır...

La Bruyere

*Karakterler'den


Kurnazlıkların en incesi, bize kurulan pusulara düşer gibi görünmeyi bilmektir.

La Rochefoucauld

*Özdeyişler'den

Herkesin aklından geçen bir düşünce canlı, ince ve yeni bir tarzda söylenirse ancak değeri olan bir düşüncedir.

Boileau
--------------------------------------------

Romantizm

"Görüntüsü beni nasıl da her yerde izliyor! Uyanıkken ve rüya görürken, hayallerimde bütün ruhumu sarıyor! GözLerimi kapatınca alnımın ortasında, iç görme gücümün birleştiği bu yerde siyah gözleri duruyor! Burada! Sana bunu ifade edemem. GözLerimi yumuyorum, hemen karşımdalar. Bir deniz gibi, bir uçurum gibi önümde, içimde açılıyor, alnımın içindeki duyuları dolduruyorlar.
Nedir insan, övülen bu yarı Tanrı? Tam da en gerekli olan yerde güçleri yetersizlik göstermiyor mu? Ve sevinç içinde yükseldiği, acılarla yıkıldığı zaman, tam da sonsuzluğun derinliğinde kendini kaybetmeyi özlediğinde, o vurdumduymaz ve soğuk bilinçliliğine geri dönmüyor mu hep?"

Goethe

*Genç Werther'in Acıları'ndan

-------------------------------------


Seni hatırlarım sulara günün
Şavkı vurunca;

Seni hatırlarım, dağlara ay
Renkler verince.

Seni görür gözüm uzak yollarda
Tozlar kalkarken;

Derin gecelerde, dağ yollarında
Yolcu titrerken.

Seni işitirim, boğuk seslerle
Su yükselince;

Kırlarda sükutu dinlerim gece
Her şey susunca;

Uzakta da olsan, ben yanındayım,
Sen yanımdasın.

Gün söker, yıldızlar ışık gökte, ah.
Burada olsaydın.

Goethe

-----------------------------------------

Artık gezintilere çıkmayacağız
Geceleyin geç vakit,
Gönül ne kadar çekse de,
Ay ışıldasa da.
Kılıç nasıl yıpratırsa kınını
Ruh da göğsü öyle aşındırır.
Gün gelir kalp durur solumak için
Aşk dinlenmek ister.
Hep sevişmek içinse de geceler
Gün ışığı çabuk çıkagelir
Ama gezintilere çıkamayacağız artık
Ay ışığında.

Lord Byron

-------------------------------------------

Realizm


...Başkalarını yargılamaya hakkın yoktur. Çünkü bir insan, karşısında duran suçlu gibi kendisinin de bir suçlu olduğu, ortadaki suçta belki en büyük payın kendisinin olduğu bilincine varmadan başkalarını yargılayamaz. Bunu anladıktan sonra yargıç olabilir ancak. Ne denli garip olursa olsun, gerçektir bu. Çünkü ben doğru bir insan olsaydım, karşımda duran suçlu belki de hiç olmayacaktı...

...
İnsanlığa hizmet yolunda büyük işler başarmayı düşlüyorum sık sık, gerçekten de insanların mutluluğu uğruna çarmıha gerilmeye bile giderim belki, ama öte yandan, bir insanla aynı odada iki gün yalnız kalmaya dayanamam...

...
Kokuşmuş ve hastalık halini almış sistemi değiştirmek dahilerin işidir. Muhammed sistemi zorlayacak ve devirecek güce erişinceye kadar putlara dokundu mu? Sistemi ezip ayakları altına aldıktan sonradır ki putları devirdi. Neden? Putlar bir semboldü. Ben ne yaptım? Sembolden, yani kocakarıdan işe başladım. Bir engeli aşmak istedim. Ama aşamayıp gerisinde kaldım.

Çok şeyi var şimdi insanın, ama mutluluğu azaldı...

Dostoyevski

-----------------------------------------------------------

Naturalizm

...İnsanın sayısız geceler boyunca odada pinekleyerek kitap okuduğunu, yada kara kara düşündüğünü getir gözlerinin önüne. Kimi zaman boşa koyarsın dolmaz, doluya koyarsın almaz, doğru mu düşünüyorsun yanlış mı bir türlü bilemezsin, çıkamazsın işin içinden, danışacağın tek bir Allah’ın kulu bile yoktur. Dönüp de sen ne dersin bu işe diyebileceğin hiç kimse yoktur yanında, sen de görüyor musun benim gördüğümü diye soramazsın hiç kimseye. Kaygılısındır, kararsızsındır. Bir ölçü yoktur elinde. Neler gördüm ben burada, neler neler yaşadım .Sarhoş filan da değildim. Uykuda mıydım bilmem. Ama yanımda birisi olsaydı, uyuyordun, düş görüyorsun derdi. Ve işte o zaman her şey çözümlenmiş olurdu...

John Steinbeck

*Fareler ve İnsanlar'dan


------------------------------------------------------------

Parnasizm


Hayır, madam siz değilsiniz sevdiğim;
Sevdiğim ne Ofelya, ne de Beatris;
Ne de sizsiniz, ne de siz, Julyet’çiğim
İri gözlü sarışın Lora, ne de siz

Benim sevdiğim güzel şu anda çin’de
İhtiyar akrabalarıyla oturur,
Narin çinilerden kuleler içinde;
Sarı nehir karabatakla doludur.

Gözleri vardır şakaklara çekilen,
Bir avuçluktur küçücük ayakları,
Bakır lambalardan daha aydın bir ten,
Kırmızı boyalı, uzun tırnakları.

Başını uzatır kamış kafesinden
Kırlangıçlar geçer sürüne sürüne
Şarkı söyler, her akşam, kendiliğinden
Söğüt dalına, şeftali çiçeğine.
T.Gautier

------------------------------

Sembolizm

...
Derdim: yeter, sakin ol, dinlen biraz artık;
Akşam olsa diyordun, işte oldu akşam,
Siyah örtülere sardı şehri karanlık;
Kimine huzur iner gökten, kimine gam.

Bırak, şehrin iğrenç kalabalığı gitsin,
Yesin kamçısını hazzın sefil cümbüşte;
Toplasın acı meyvesini nedametin
Sen gel, derdim, ver elini bana, gel şöyle.

Bak göğün balkonlarından, geçmiş seneler
Eski zaman esvaplariyle eğilmişler;
Hüzün yükseliyor, güleryüzle, sulardan.

Seyret bir kemerde yorgun ölen güneşi
Ve uzun bir kefen gibi doğuyu saranGeceyi dinle, yürüyen tatlı geceyi....

C.Baudelaire

------------------------------------------------------------

Empresyonizm


...
Hâtıralar, ne istersiniz benden?.. Sonbahar...
Durgun gökte ardıç kuşları uçuşmadalar,
Güneşten, ölgün ve soluk bir ışık vurmada
İçinde poyrazlar esen sararmış ormana.

Yapyalnızdık, yürüyorduk, türlü hulyalarda;
Saçlarımız ve düşüncelerimiz rüzgârda.
Çevirip güzel gözlerini bana "Hangisi
En güzel günün?" diye sordu o billûr sesi.

Bir melek sesi kadar tatlı, o kadar derin.
Hafif bir gülümseyiş cevap verdi sesine,
Öptüm ellerini, ibâdet edercesine.

-Ah! İlk çiçekler! Ne güzel kokuları vardır!
Ne kadar sevimli bir mırıltıları vardır
Sevilen dudaklardan çıkan ilk   evet 'lerin!..

Paul Verlaine

----------------------------------------------------------

Ekspresyonizm


Kimse iş vermedi bize
Elleri cebinde
Asık bir suratla
Açıkta yaşıyoruz
Titriyoruz ısıtılmamış odalarda
Yalnız kuru bir yel var şimdi
Sapanların atılı durduğu
Sürülmemiş boş tarlalarda
Bu ülkede iki erkeğe bir cigara;
İki kadına yarım bardak bira düşecek
Kimse iş vermedi bu ülkede bize
Yaşamamız hoş karşılanmıyor
Ölümümüz anılmıyor Times gazetesinde...

T.S. Eliot

-----------------------------------------------------------------


Kübizm


Güvercinler uçtu, üstünde bir elma ağacının
Avcılar koştu ardından, pek güvercin kalmadı ağaçta
Hırsızların işi tıkır, tek elma kalmadı ağaçta
Bir sarhoşun şapkasından başka
Asılı en alt dalda
İyi iş bu şapka satıcılığı
Sarhoş şapkası satıcılığı
Bulunur her yerde şapka
Üstünde çayırların, dalların
Çukurlarda

Yenilerini ararsan Kermarec’de bulursun her vakit
Lamnion’da şapka satıcısı Kermarec
Onun için çalışır rüzgar
Bense küçük bir terzi
Şapka satıcısı olacağım ben de
Elma şarabı benim için çalışacak
Zengin olduğum vakit Kermarec kadar
Bir elma bahçesi alacağım, elma-şaraplık
Ve evcil güvercinler
Bordeaux’daysam şarap içeceğim
Ve dolaşacağım güneşte baş-açık

Max Jacop

---------------------------------------------------------

Fütürizm

Trrrrum,
Trrrrum,
Trrrrum!
Trak tiki tak!
Makinalaşmak istiyorum!

Beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu!
Her dinamoyu
Altıma almak için çıldırıyorum!
Tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor,
Damarlarımda kovalıyor
Oto-direzinler lokomotifleri!

Trrrrum,
Trrrrum,
Trak tiki tak
Makinalaşmak istiyorum!

Mutlak buna bir çare bulacağım
Ve ben ancak bahtiyar olacağım
Karnıma bir türbin oturtup
Kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!

Trrrrum
Trrrrum
Trak tiki tak!
Makinalaşmak istiyorum!

Nazım Hikmet Ran

------------------------------------------------

Dadaizm



Bir dadacının türküsü
Yüreğinde dada olan
Çok yoruyordu motorunu
Yüreğinde dada olan

Bir kral taşıyordu asansör
Ağır, kırılgan, özerk
Kesti iri sağ kolunu
Roma'ya papa'ya gönderdi

Asansörün işte bu yüzden
Yüreğinde yok artık dada

Çikolata yiyiniz
Yıkayın beyninizi
Dada
Dada

Tristan Tizara